Gösteri Toplumu: Kutsal Bir Yanılsama
Gösteri Toplumu sizlerle. Fransız Marksist filozof Guy Debord’un kaleminden çıkan, yazıldığı dönemi, özellikle 68 Kuşağı hareketlerini büyük ölçüde etkileyen bu eleştirel kuramlar bütününe dair sizler için detaylı bir inceleme hazırladık.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısının en önemli düşünürlerindendir Guy Debord. Zira toplumu çokça ilgilendiren bir konuya, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren insanların yaşamına ziyadesiyle yerleşen, adeta zerk olmuş bir noktaya parmak basmıştır. Bu konu, topluma hâkim olan Gösteri’dir. Peki nedir bu gösteri? Sizler için onu inceledik, parçalarına ayırdık, daha iyi görebilmeniz için somutlaştırdık. Bu incelemeyi okuyunca, gösterinin hayatınızdaki yerini daha iyi fark edeceksiniz. Fark edeceksiniz diyoruz, zira o var! O size dokunuyor. Haydi, siz de bu dokunuşu hissedin.
Nedir Bu Gösteri?
Öncelikle belirtmemiz gerekir ki, gösterinin kökeni zenginleşmiş iktisat alanında yatar. Bu durum gösterinin neden yirminci yüzyılda belirginleştiğini daha iyi açıklıyor. Dünya, temelde iktisadi gelişmelerin boyunduruğunda şekillenmekte. Evet, temel iktisat, alım ve verim olguları elbette insanlık tarihi kadar eski. Ama bu ilişkilerin belirli güç çevrelerinde temerküz etmesi ve küreselleşen dünyada yaygınlık kazanması durumuyla beraber artık bu durumdan bağımsız olma gibi bir gerçeklik mevcudiyetini yitirdi diyebiliriz. Bu sebeple hepimizi ilgilendiriyor.
Gösterinin temel silahı metalaşmadır. Düşünün, çevrenizdeki her şeyin, soyut ve romantik olsa bile ölçülebilir bir değerlendirmeye maruz kaldığını fark edeceksiniz. Sanatın salt olarak belirli bir kültürel birikim değeri -aslında istenen bu kültürel birikim değerinin sağladığı statü ve rollerdir- sebebiyle deneyimlenmek istenmesi, karşılık beklentili ilişkiler, felsefenin pragmatikleştirilmesi ve benzeri birçok olgu bu duruma örnek göstermek mümkün. Ve hayatımızdaki metalaşma arttıkça, her şey karşılığı ile, yani mübadele değeri ile var olmaya başladıkça da meta fetişizmi ortaya çıkıyor. Bir bakıyoruz ki artık nesnelerin ve olguların kullanım değerinden ziyade, değişim değerine önem vermeye başlamışız. İşte tam bu nokta da Gösteri oluyor, her nesne ve olgunun toplumdaki karşılığına değer atfediyoruz. Gösteri toplumunu var ediyoruz!
Önüm, Arkam, Sağım, Solum Gösteri!
Öncelikle belirtmek gerekir ki, derin bir çaresizlik içerisindeyiz. Zira gösteri, kendisini sürekli var edecek dinamikleri hayatımıza zerk etmiş durumda. Radikal olmayan kurtuluş çabaları, yani reformist çabalar, bir bakıma gösteri ile bir uzlaşma içine girmiş oluyor. Kültürel, politik ya da ekonomik tartışmalardaki bu açmazın sebebi ise, bu konuda eleştiri yapan insanların dahi kendi rasyonalitelerini, içinde bulundukları sistemin rasyonalitesine mecburen uydurmuş olmalarıdır.
Bunun sebebine Guy Debord da kitapta değinmekte. Bunun nedeninin o kişilerin sistem tarafından seçilmiş olmaları değil, bu sistem dışında bir eğitimlerinin olmamasının olduğunu belirtiyor. Yani kendini yenileyen bir olguyla karşı karşıyayız. Nitekim insanlar, doğdukları çağın çocukları olurlar bir bakıma.
Gösteri denilince akla sıradan metalar gelmemeli sadece. Gösterinin en büyük özelliği, her yerde olmasıdır. Bir kazak ya da terlikte olabileceği gibi, bir siyaset doktorasında da mevcut olmakta. Olağanüstü, üstün ve elitist olgularda da mevcuttur. Zira gösteri, mevcut toplumsal ilişkilerin hem tasarısıdır, hem de sonucudur. Hayatın her alanında belirleyici olgunun üretim olması ile gelişme
gösteren bu tasarı, üretilenin tüketilmesini sağlayacak algısallığı pekiştirdikçe bu ilişkinin sonucu haline gelir. Feuerbach’ın Hristiyanlığın Özü’nde [1] belirttiği gibi, tasvir nesneye, kopya aslına, dış görünüş öze tercih edilmeye başlandığından beri toplumsal olarak öne çıkan, yanılsama olmuştur. Artık var olmayız, sahip oluruz; toplumsal yaşam iktisadın kümülatif gelişmesi tarafından tümüyle işgal edildiği günümüzde ise, artık sahip olmak yerine ‘gibi görünme’ye başlarız.
Goffmann’ın dramaturjik yaklaşımı haline dönüşmüştür hayat artık. Bir sahne vardır ve biz insanların temel varoluşsal problemi, o sahnede göstereceği performansı maksimize edebilmektir. [2] Bu sahneleşen dünyada yaşam artık basit imajlara indirgenmiştir ve bu imajlar gerçek varlıkların motivasyonları haline gelir. İşte bu durum tam olarak yabancılaşmadır. İnsan olan, doğal olan yanlarımıza yabancılaşırız. İhtiyaçlarımızın değil, arzularımızın peşinde koşmaya başlarız. Modern bağlamda rasyonellik ve mekaniklik arttıkça, üretimin canavarlaşması gerçeğiyle beraber hayatın her alanını kapsayan kapitalist ilişkiler bizleri bütün olgulara yabancılaştırır. Giderek seyirci haline geliriz, bu gösterinin bir seyircisi olmuş oluruz!
Kendi Panzehirini Üreten Gösteri
Elbette kapitalizm, on dokuzuncu yüzyıldaki gibi vahşi şekilde ilerlemiyor. Bunun ilk örneklerini 1948 yılında, İngiltere’deki işçilerin enternasyonalist devrimciliğin gerisinde kalarak uzlaşmacı bir tavır sergilemesiyle gelişen sosyal devlet olgusu ile görüyoruz. Sosyal devlet aslında, işçi devrimlerinin olmaması için geliştirilen, ekonomi-politik çerçevede ele alınan bir yöntemdi. Zamanla elbette panzehirin de alenen değil, hissettirilmeden verilmeye başlandı.
“Çalışmanın özgürleşmesi”, “boş zamanların artması” gibi olgular aslında mevcut sistemi pekiştirmek için tanınan haklardı diyebiliriz. Hem unutulmamalıdır ki, insanlara tanınan boş zamanın da şekillendirilmesi durumu mevcut. Kültür, sanat, eğlence gibi alanları hepsi endüstrileştirilmiş halde. Bu alanlarda hizmet sunanlar, mübadele değeri olan para için, bu alandaki hizmeti talep edenler ise bu kültürel edimi “göstermek” için ediniyorlar. Zaten kapital ilişkiler düzeninde, insan asla insani yönüyle ele alınmaz. İnsancıl faaliyetler de öyle. Düşünün, günümüzde sürdürülebilirlik ve çevre sorunları revaçta; hatta neoliberalleşmenin ileri dönemlerinde kar maksimizasyonundan ziyade sürdürülebilirlik verilerinin ön planda olacağı söyleniyor.
Ama bütün bunların kapitalist tüzel kişiliklerin devamlılığı, yani büyümeleri, yani karlılığı için olduğu aşikâr değil mi? Elbette öyle. Bütün bu ilişkiler içerisinde şayet insana değer atfediliyorsa, elbette bunun da bir çıkar ilişkisine dayandığı saptanabilir. Zira değer atfedilen çalışan, üretici kimliğinin yanında ‘tüketici’ kimliğine de sahiptir ve bu kimlik içerisinde onu tatmin edebilmek için, değer gördüğü hissine kapılması istenir. Bu durum meta hümanizmi olarak adlandırılır ve meta hümanizmi insanların boş vakitlerinin ve onların insani yönlerinin sorumluluğunu üstüne alır. İnsan yine özgür değildir!
Bu gelişmeleri uluslararası ilişkilerde de gözlemleriz. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri için kullanılan ‘demokrasi peygamberi’ tabiri bu noktada önemlidir. Adeta bir Romalı gibi davranan gelişmiş ülkeler, az gelişmiş bölgeleri sadece iktisadi hegemonyası altına almaz. Onlara gösterisel anlamda da egemen olur. Onlara bir yaşam tarzını satar. Elbette bu da temelde iktisadi ilişkilerin maksimizasyonu içindir. Zaten gösteri olgusunun temelde iktisadi ilişkiler ve meta dolaşımıyla alakalı olduğunu belirtmiştik.
Şayet egemen olunan az gelişmiş bölgelerde toplum bu ilişkiye hazır olmasa bile yönetici sınıfın programının belirlenmesi ve komprador ilişkileri çerçevesinde bu dayatma ilişkisi yine de var edilir.
Diğer yandan, gösterinin en büyük panzehiri, idealize edilmesidir diyebiliriz. Nitekim, insan tutumlarını etkileyen ve böylece davranışlarına neden olan temel üç olgunun varlığından söz edebiliriz. Bunlar itaat, özdeşleşme ve içselleştirmedir. Mesela, özdeşleşme bağlamında model alınan kişiler, aslında kendi özerkliklerinden vazgeçmiş göstericilerdir. Onlar tüketimin ünlü kişileridir. Başarı olgusunun vücut bulmuş halidirler. Ve elbette mevzubahis başarı olgusu da sisteme ait başarı olgusudur.
Bu sayede, olunmak istenen kişiler ve arzulanan başarılar çerçevesinde gösterinin devamlılığı sağlanır. Modern tüketim insanlara sahte ihtiyaçları mütemadiyen dayatır. İnsanlar ise duydukları ihtiyacın sahte olduğunu anlayabilecek algıdan yoksundurlar. Bu algıya dair bazı adımlar atsalar bile toplum tarafından dışlanma tehdidi ile karşı karşıya kalırlar. İşte bu noktada da itaat olgusu karşımıza çıkar. Zira insanın kendisini toplum dışında var etmesi imkansızdır. Bu durum gerçekleştiğinde ise insan ya uzlaşır, yani içinde bulunduğu gösteri toplumunu mantıksal bir kisve içerisinde içselleştirir; ya da uzlaşamaz ve radikalleşir. Trajiktir ki, gösteri toplumu, devrimci genel özgürlüğü bile yaygın ticaret özgürlüğüne tebdil etmiştir.
Peki, İyi Olan Hangisi?
Guy Debord bu eseri 1967 yılında yazdı, yani Soğuk Savaş’ın en kızgın dönemi olan detant sürecinden hemen sonra. Ayrıca 1988’de de yazdığı Gösteri Toplumu üzerine güncel yorumlamalarda bulundu ki, bu yorumları da günümüz baskılarında eserin içerisinde verilmektedir.
Bir eser incelenirken değerlendirmeye alınan kıstaslar temelde üç kısımdır: eserin içeriği, eserin yazıldığı dönem ve yazarın kişiliği. Eserin içeriğinden yukarıdaki başlıklarda bahsettik. Yazıldığı dönemin etkisi de yadsınamayacak derece fazla. Nitekim yirminci yüzyılın ikinci yarısında, yani İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra toplumun gösteriselliği çokça ön plana çıkmıştır. Liberallik evrilerek neoliberal bir çizgiye kayılmıştır. Bütün bu gelişmeler iktisadı, dolayısıyla gösteriyi hayatımızda daha yoğun hissetmemize neden olmuştur.
Ayrıca, bu dönemin iki kutuplu yapısı da değerlendirmede önemli bir nokta sayılabilir. Nitekim yazarımız GuyDebord da Marksist bir düşünürdü. Ama Sovyet modelini olumlamıyordu. Zaten olumlanacak bir yanı da yoktur, zira Sovyet sosyalizminde de gösteri mevcut idi. O sistemde gösteri, temerküz etmiş bir halde bulunuyordu.
Bürokratik bir hiyerarşi içerisinde insanlar yine eşitlikten uzaktı. İdeolojik kemikleşmenin neden olduğu dikotomik çerçevede insanlar yine ötekileşmenin kurbanı oluyor, ideal olanın gösterisel değerine yönelmek durumunda kalıyorlardı. Handikapları ise, Batı’daki modelin aksine bunu daha zoraki, itaat çerçevesinde gerçekleştirmeleriydi. Batı’daki durum ise, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, sinek ısırığı gibiydi. Özgürlükçülüğün ön plana konulduğu modern bir kölelik zinciri mevcuttu. Özgürlüğün ve demokrasinin peygamberleri insanları kendi tahakkümlerine rızaları ile bağlıyorlardı. Buradaki rıza olgusu önemli, zira köleliğin modern yanı, rıza ile gelişmiştir.
Anlaşılacağı üzere, iyi olan mevcut değildi dünyada. Bunu yazar da belirtmekte. Gösteri Toplumu açısından bakarsak, günümüzde de mevcut değil. Hatta kendi kanaatimce, günümüz dijital devrimini görebilseydi GuyDebord, çıldırırdı ve ben size demiştim derdi herhalde. Günümüzdeki toplumsal ilişkiler, ziyadesiyle mübadele değerini ön plana çıkarmış durumda diyebiliriz.
Örneğin, dijital mecralardaki paylaşımlarda beğeni ve etkileşimin ön plana çıkarılması durumu bu bağlamda zikredilebilir. Ayrıca günümüz modernitesinde zamanın bütünü vahşice örgütlenmiş halde. Zamanın kullanımı, metaların kullanımının hammaddesi haline getirildi. Yani zaman da metalaştı. Metalaşma sadece zamanla yetinmedi, toplumsallık da metalaştı; artık toplumsal olan da satılmaya başlandı. Gerçekliğin yerini ise reklamlar aldı. Özgünlükler yitirilerek bütün bir dünyadaki yapılanma, gösterinin dinamiklerine göre şekillendi.
Yazar ve Biçimsel Olarak Gösteri Toplumu
Guy Debord, kendisini ‘sinemacı’ olarak tanıtan bir kişiydi. Bu manidardır. Zira sinema da, yaratıcı dışavurumun yani sanatın bir parçası, bir yöntemidir aslında. Eserden de anlayabileceğimiz üzere, derdi olan bir kişi olan Guy Debord’un da sanata yönelmesi gayet anlamlı. Kendisini ifade etmek istencinden doğan bir yönelim aslında. Nitekim yine kendisi, sanat ile devrimci pratik arasındaki kopukluğu ortadan kaldırmayı amaçlamış, hatta şiiri devrimin hizmetine değil, devrimi şiirin hizmetine sokmak istemiştir. Radikal bir kişiliktir, hatta Avrupa ve Amerika’daki aşırı solcular üzerinde ve hatta 68 Kuşağı gençleri üzerinde büyük etkisi olmuştur. Kendisi, Fransa’daki Sitüasyonist Hareket ile bilinir.
Eserin biçimselliğine gelince, öncelikle kitabın çevirisini tatmin edici bulduğumu belirtmem gerek. Nitekim çeviri önemlidir; hatta bu bağlamda söylenmiş olan bir İtalyan deyişi çok hoşuma gider: ‘‘Traduttore, traditore.’’ Yani ‘çevirmen, haindir’ diyorlar. Gösteri Toplumu Fransızcadan direkt olarak çevrilmiş ki bu durum iki aşamalı bir çeviriden her zaman daha iyidir. Ayrıca iki çevirmenin ortak çalışması, zor anlatıma rağmen tatmin edici şekilde çevrilmesi titiz çalışıldığını gösteriyor.
Eserin bir diğer öne çıkan biçimselliği ise, küçük hacimli kuramlardan oluşması. Kitabın ilk yazıldığı döneme ait 221 ve 1988 yılında yazarın yazdığı 33 adet kuram mevcut. Bu biçimsel yapının güzel yanı ise, okunan kuramın ardından durup düşünme fırsatını daha kolaylıkla sağlaması. Nitekim üzerine bolca düşünülmesi gereken bir eser Gösteri Toplumu. Zira demode bir tarihsellik yok ortada, direkt yaşamın içinden nüveler var; hatta günümüzde daha da yoğunlaşmış nüveler! Ayrıca bu yapısı ile Nietzsche’nin aforizmalarını hatırlattı bana, hoş bir dejavu da yaşamış oldum. Madem dejavu dedik, Proust ve onun madlen’ine de selam olsun!
Kaynakça
[1]Feuerbach, Ludwig (2008). Hristiyanlığın Özü. Say Yayınları
[2] Özçetin, Burak (2020). Kitle İletişim Kuramları. İletişim Yayınları