Her Şey Yok Olur: Korku Değil Bir Aile Dramı
Her Şey Yok Olur gerilim tarzı film ile karşınızdayız. Dijital yayıncılığın öncülerinden olan Netflix, birçok kategoride yer alan içerikleriyle platform olarak liderliğini koruyor. Birazdan değineceğimiz yapım da yine Netflix’te yer alan projelerden biri.
Yazar ve yönetmen olarak Robert Pulcini ve Shari Springer Berman’ın yer aldığı projeyi, sizler için tüm yönleriyle ele aldık. Amerikan yapımı olan ve 2021 yılında yayınlanan filmin orijinal adı Thinks Heard & Seen. Hikâyenin Elizabeth Brundage’nin “All Things Stop to Appear” adlı romanından uyarlandığını da hatırlatmakta fayda var. Bir diğer şey ise filmin başrollerini, Amanda Seyfred ve James Norton paylaşıyor. Öyleyse gelin hep birlikte “Her Şey Yok Olur” mu? bir bakalım!
Genel Bir Bakış
Hepimizin bildiği gibi, her film türü birbirinden farklı kategorilerde. İzleyiciler olarak kimi komedi sevdalısıyken kimi dramdan yanadır. Aksiyon, bilim-kurgu gibi birçok film türünü de eklersek bu liste başını alır gider. Tabii burada korku-gerilim tarzı içerikler seven kitleden bahsetmeden olmaz. Hatta sadece korku sevenler olarak film izleyen kesim, yadsınamayacak kadar çok. Bugünkü yazımızda da korkudan ziyade gerilim olarak nitelendirebileceğimiz bir film incelemesini sizlerle beraber yapacağız. Öncelikle bilmelisiniz ki, iyi bir korku olsun diyor ya da çok korkacağınızı düşünüyorsanız ne yalan söyleyelim biraz hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz.
Yazımızın ilerleyen bölümlerinde bu konuya daha detaylı olarak değineceğiz. Ancak kısaca bir noktaya parmak basacak olursak doğaüstü güçlerin varlığı, filme hapsedilmeden kullanılmış durumda. Yani her an her saniye şimdi nereden bir hayalet fırlayacak ya da kimin bedenini ele geçiriverecek diye düşünmüyorsunuz. Bu konuda içiniz rahat olsun. Bu kısa bilgilerden de anlaşılacağı üzere olaylar, ruhlar yahut periler üzerine değil de aile içi bir dram üzerine inşa ediliyor. Bu açıdan filmi, farklı bir noktaya koyabiliriz.
Her Şey Yok Olur da karı -koca çatışmasından temellenen hikâyeye evdeki iyi ve kötü ruhların da dahil olması ile kurgusal bir döngü oluşturuluyor. “Kim iyi, kim kötü?” sorusunun cevabını ise çoktan vermiş oluyorsunuz.
(Yazının devamı –spoiler- içermektedir.)
Klişeye Yaslanmış Esrarengizler
Filmin hikâyesine gelecek olursak, önceden belirtelim ki çoğu filmde karşılaştığımız gibi sıradan bir durum söz konusu. Aslında baktığımızda genel olarak tüm filmler için bir çıkış noktası gereklidir. Yani olayların başlaması için itici bir güç lazım ki çatışmalar yaşansın ve hikâye ilerlesin. Bunun için de en çok kullanılan kurgu ise kahramanların yeni yerler keşfetmesi, bir sebepten dolayı şehri terk etmesi gibi hareketlilikler.
İtiraf etmeliyiz ki artık bu vb. çıkışlar, sıradan hale gelmekte. Maalesef bu klişelere en çok rastladığımız türlerden biri de hiç şüphesiz korku-gerilim tarzı filmler. Burada da aynı durum söz konusu. Bu sebepten dolayı filmimize bir eksi koyabiliriz. Neden mi? Manhattan’dan George’un kariyeri için Hudson Vadisi’ne taşınan kahramanlarımız, bu tarihi kasabadan bir ev satın almasıyla olaylar başlıyor. İşte klişe tam da burada dahil oluyor filme. Yani izleyici olarak bundan sonraki kısımda korkunun devreye gireceğini tahmin ediyorsunuz.
Yeni evler, evde çözülemeyen gizemler, sesler, hareketlilikler gibi sıradan konular beliriyor. Bu aşamada kendi kendinize “yine mi gol değil” derken film olayları ruhlardan çok başka noktaya taşıyor. Asıl kötülüğün hayaletler ya da doğaüstü canlılardan değil George’tan kaynaklandığı anlıyoruz.
Sonrasında kahramanımızın an be an nasıl kötülükler silsilesine karıştığına şahit oluyoruz. Yani tüm sıradanlıklara rağmen klasik gerilim filmlerinden farklı olarak hikâyenin geneli hayaletler ya da korkunç şekillerle kaplı değil. Aksine ruhlar, niyetlerini belli ettikten sonra ortadan kayboluyor ve buradan sonra ailenin kendi içindeki çatışmaları ile karşı karşıya kalıyoruz.
Korku Değil Aile İçi Çatışma
Her Şey Yok Olur‘un hikâyesini biraz daha irdelersek zamansal olarak 1980’li yıllarda geçtiğini aktarabiliriz. Ancak belirtelim ki, birkaç nokta haricinde gayet modern bir yaşam söz konusu. Öyle ki izlerken günümüzde mi yaşanıyor diye şüpheye düşmeden edemiyor insan. Gelelim, ailemizin mevzularına. Öncelikle filmin ilk sahnelerinde mutlu bir aile ile karşılaşmaktayız. Aslında öyle görünseler de ilerleyen zamanlarda hiçte mutlu bir evlilik yaşamadıklarına şahit oluyoruz.
Amanda Seyfred’in hayat verdiği Catherine Claire, sözde mutlu olan bu ailenin hanımı rolünde karşımıza çıkıyor. Film boyunca Catherine’nin yetenekli ve donanımlı olmasına karşın hayatını, eşinin kariyeri için harcadığını görüyoruz. Bu sebepten dolayı da içinde yaşadığı pişmanlıklar bizlere ara ara hissettiriliyor. Zaten bu durum, bizzat kocası tarafından da her fırsatta hatırlatılıyor. Buraya kadar her şey normal seyrinde ilerliyor diyebiliriz. Ancak George’un kariyer hayatında yaşanan gelişmeler, ailenin bir yerden başka bir yere savrulmasına neden oluyor.
Ailemiz, tarihi bir kasabanın içerisinde kendilerini buluyor ve karşılarına tüm çatışmaları başlatan bir ev çıkıyor. Alınan bu tarihi ev, yanı sıra birçok olayları da peşinden sürüklüyor. Catherine, eve girdiği o ilk andan itibaren bir tuhaflık olduğunun farkında. Ancak ispatı da pek mümkün değil. Bilhassa eşinin ona karşı küçümseyiciyi yaklaşımları karşısında o da sessiz kalmayı yeğliyor. Sonradan görüyoruz ki, evin bir önceki sahipleri de mutsuz bir evliliğin pençesinde boğulmuşlar ve onların hikâyesi acı bir finalle sonlanmış. Tıpkı o aile gibi Catherine’nin de eşiyle yaşadığı anlaşmazlıklar, bir türlü çözüme kavuşamıyor.
Tek taraflı verilen çabanın kurbanı olan Catherine, çözümü artık teslim olmaktan yana kullanıyor. İşte olayların kırılma noktası tam da burası: İletişim. Ölülerle kurulan bu iletişim ile hikâye, zirve noktaya tırmanıyor. Bu sayede Catherine, evliliğini sorgulamaya ve gerçekleri tam anlamıyla görmeye başlıyor. Claire ailesi gibi esasında mutsuz olan diğer ailenin ruhları, Catherine’e sinyaller vererek bir nevi gözlerini açıyor. Aldatmalar, yalanlar ve sevgisizlik birden tüm çıplaklığıyla gün yüzüne çıkıveriyor.
Seyir Zevki Yüksek Performanslar ve Akıcı Bir İlerleyiş
Oyunculara gelecek olursak, ne yalan söyleyelim performanslar oldukça başarılı. Catherine’nin evliliğini sorgularken yaşadığı pişmanlığı, Amanda Seyfred iliklerinize kadar hissettiriyor. Bildiğiniz bir gerçeği ortaya çıkaramamak oldukça dehşet verici olmalı. Kahramanımız da işte bu zulüm ile baş etmeye çalışıyor. Kısacası içinizden onun yerinde olmadığınız için şükrediyorsunuz. Tabii destekçileri de yok değil. Hikâyenin diğer kahramanları, bir yandan da onun bu çaresizliğini paylaşmakta.
Catherine’nin kocası olarak George Claire rolüne hayat veren James Norton’da ilk andan itibaren bir tuhaflık olduğunu hissediyorsunuz. İzleyici olarak içimizde George ‘ye karşı adını tam olarak koyamadığımız negatif bir enerji oluşuyor. Bu konuda James Norton’u tebrik etmek gerek. Oldukça başarılı performansı ile tam dozunda kalacak şekilde bu negatif hissiyatı sizlere yansıtıyor. Olaylar geliştikçe bu doz, bilinçli bir şekilde giderek artıyor. Yani George’un ne iyi ne de kötü olduğunu anlayamadığımız bir durum söz konusu. Ta ki hikâyenin ortalarına kadar.
Her Şey Yok Olur süre olarak iki saat gibi uzun bir zaman dilimini kapsıyor. Fakat belirtmek gerekir ki, buna rağmen gayet akıcı bir şekilde hikâyenin ilerlediğini de görebilirsiniz. Kurgusal olarak da olayların doğrusal yönde gittiğine değinelim. Yani sürekli bir flashback durumu söz konusu değil. Çok yerinde bir kullanımla evde yaşanan olayların aslında geçmişteki başka bir aileden kaynaklandığını anlıyoruz. Bu ailenin de Claire ailesi gibi mutsuzluklarını ve katliamla gelen acı bir son yaşadıklarını görüyoruz.
Detaylar
Her Şey Yok Olur‘u teknik açıdan ele alacak olursak, gerilim türüne uygun renk kullanımı söz konusu. Gri tonlar tercih edilerek oldukça soğuk bir atmosfer yaratılıyor. Çekim tekniği açısından da gereksiz görseller kullanılmadan tamamıyla hikâyeye odaklanan planlar aktarılıyor.
Bir başka değinmemiz gereken konu ise sanat. Başrollerimizin sanat okulunda tanıştıklarını ve mesleki olarak da bu yönde ilerlediklerini düşünürsek gayet normal bir durum. Film süresince duvarlardan bize bakan tabloların aslında bir nevi mesajlarla dolu olduğunu söyleyebiliriz. Karamanlarımız, her çıkmaza girdiklerinde tabloların daha çok ön plana çıktığını görüyoruz. Adeta kötü bir sona gidişin sinyalleri veriliyor.
Nereden Nereye
Tüm bu kesitlerden yola çıkarak yapımın, klasik bir Amerikan korku hikâyesi olduğunu söyleyebiliriz. Daha önce de bahsettiğimiz gibi film, hepimizin defalarca izlediği korku filmlerindeki klişe öğeler barındırmasına karşın farklılıklara da göz kırpmakta.
Film boyunca tılsımlı ya da büyülü bir süreç söz konusu değil. Özetle, filmde ilk bakışta mutlu bir aile tablosuyla karşılaşıyoruz. Fakat ilerleyen sahneler boyunca ailenin nereden nereye geldiklerini sorgulatan bir yapı kuruluyor. Yazar ve yönetmen koltuğunu paylaşan Robert Pulcini ve Shari Springer Berman bunu bilinçli olarak tercih etmiş olmalılar. Bu açıdan oldukça farklı bir yaklaşımla gerilim türünün fonksiyon değiştirerek drama doğru yol alışını görmekteyiz.
Son olarak, Catherine’nin ölmesine gerek var mıydı? Evin eski sahipleri gibi acı bir sonla mı bitmeliydi? Tartışılır. En azından çiftimizin akıbeti farklı olabilirdi diye de insan düşünüveriyor. Ne diyelim? Nihai olarak son söz tabii ki sizlerin.