Kapıların Dışında: İstenmeyen İnsan
Kapıların Dışında hakkındaki incelememiz sizlerle… Yıkım edebiyatının en etkili eserlerinden sayılan, temelinde istenmeyen insan trajedisi olan Kapıların Dışında oyununu sizler için inceledik.
Wolfgang Borchert’in, ‘‘Bu kitap, hiçbir tiyatro grubunun sahnelemek istemeyeceği ve hiçbir seyircinin izlemek istemeyeceği bir oyun!’’ ifadesini kullandığı bir dramdan bahsediyoruz. Peki, neden hiçbir grup sahnelemek istemez, ya da hiçbir seyirci izlemek istemez bu oyunu? Zira bu oyunda toplumun ötekileştiren yönü, yani en acımasız yönü işleniyor.
Lakin, dünya genelinde çokça değer gören, çokça sergilenen ve çokça izlenen bir hale geldi Kapıların Dışında oyunu; ilk prömiyerinden itibaren hem de. İster sahnede izlenilsin, ister de kitaptan okunsun, insanı müthiş derecede sarsan bir yapıya sahip.
Sanki yakamızdan tutup sarsıyor bizi, ‘‘Hey sen!’’ diyor, ‘‘Her çaldığın kapıdan dışlanmak, istenmeyen insan olmak nedir bilir misin?’’ Ve biz de aslında günlük hayatta maruz kaldığımız veya maruz bıraktığımız, ya da tanıklık ettiğimiz bu gerçek ile yüz yüze geliyoruz.
Ayrıca biliyoruz ki bu kitap, müthiş bir kurguya ve diyaloglara sahip olmasını salt olarak yazarın yeteneğine borçlu değil. Nitekim Wolfgang Borchert’in bütün bu dramasını aslında yaşamış olduğunu bilmek, müthiş bir dehşet uyandırıyor insanda. Haydi gelin, bu istenmeyen insan trajedisini beraber inceleyelim.
Yıkım Edebiyatı
Yıkım edebiyatı ifadesi spesifik olarak, İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerini barındıran, yansıtan, ifade eden sanat eserleri için kullanılmaktadır. Peki, bu eser için neden bu başlığa ayrıca değiniyoruz? Zira insan yaşamının belirli diyalektikleri vardır diyebiliriz.
Bu durum doğal olanda gözlendiği gibi, toplumsal olanda da gözlenebilmektedir. Nitekim Marx ve Engels’in ortaya koyduğu tarihsel materyalizm olgusu da buna işaret eder. Bunu kabaca nedensellik olarak da özetleyebiliriz. Mesela sanılanın aksine Marx, burjuvanın varoluşunu gerekli olarak görmektedir. Gereklidir çünkü emek bilincine varmanın yolunu açmıştır. Az çok, bahsettiğim nedensellik zihninizde canlanmıştır. Yıkım edebiyatı da bu bağlamda irdelenebilir. Savaşın toplum ve birey üzerinde oluşturduğu etkileri, travmaları barındırır.
Zaten kitabımız da bu hüviyette. Bendeniz, oluşan yıkımların, özellikle İkinci Dünya Savaşı döneminde oluşan tahribatın çok vahşi olduğunu düşünüyorum, nitekim öyle de. Hatta sayılardan ziyade, manevi-moral tahribatın daha vahim olduğu kanısındayım. Bunların yanında, bu dönem gelişmelerinin sanki tarihsel bir nedensellik içerisinde kaçınılmaz olarak gerçekleştiğini düşünüyorum. Ulus-devlet düzeninin barındırdığı ilişkiler çerçevesinde iktidarın doğasının bir dışavurumu adeta.
Süregelen Yıkım
Peki, neden bunlardan bahsettim ben size şimdi? Kendi kanaatimce, yıkım her dönem vardır. Yani, İkinci Dünya Savaşı gibi vahşi ve kanlı bir yıkım olmasa bile, benzer toplumsal güdüleri barındıran yıkımlar gerçekleşmektedir farklı dönemlerde.
Nitekim yazımızın başında toplumsal olanın trajedilerinden birisi olan ötekileştirmeden bahsetmiştik. Bir savaş, daha ilk kerteden ötekileştirmedir, zira karşındakine saldırabilmek için onu bireysel varlığıyla özne olarak değil, düşman olgusu çerçevesinde bir nesne olarak görmek gerekir.
Günümüzde İkinci Dünya Savaşı mesabesinde vahşi bir kıyım yok, lakin ötekileştirme tüm varlığı ile hayatımızda. Sadece farklı dinamiklerle işliyor. Benim bu satırları yazmamın sebebi de bunu hissettirmek. Yani, Borchert’in eseri, savaş döneminde yaşamış bir karakterin (aslında kendisinin de diyebiliriz) ötekileştirilmesini ifade ediyor ama bu durum, o karakter ile empati kuramayız anlamına gelmiyor asla. Zira bizim de kendi dönemimize has yıkımlarımız var ve biz de ötekileştirmenin yaygın olduğu bir toplumsallık içerisindeyiz.
Kapıların Dışında aslında bu yüzden bir klasik olarak ele alınır. Zira klasik eserler, farklı dönemlerde okunduğunda dahi içerisindeki anlamı okuyucuya hissettirebilenlerdir. Bu, anlamı hissettirme durumu, özellikle incelediğimiz eser gibi kurgu kitaplarda daha önemli bir durumdur. Zira kurgu eserde yazar parmak sallamaz, yani didaktik değildir ama kurgunun ana fikrini kurguya yedirerek vermesiyle kuramsal eserlerden ayırır kendisini.
Bu sayede biz okuyucular ana fikri hem mantıksal rasyonalitemiz ile irdelerken, hem de duygusal rasyonalitemiz ile derin bağlar kurarız. Bu eserde hem mezkur irdeleme ve hem de bu derin bağ oluşturma ziyadesiyle açığa çıkıyor. İnsanı adeta yakasından tutup sarsan bir eser olduğunu söylemiştim değil mi? Ayrıca, kurguda anlamı hissettirme üzerine, Monsieur Claudel’den güzel bir alıntı yapmak istiyorum başlığı bitirirken:
Ey Ozan, sen hiçbir şeyi açıklamıyorsun, ama seninle her şey açıklanıveriyor, anlaşılır bir duruma geliyor.
La Ville, Monsieur Claudel
Dışavurumcu Üslubun Feryadı
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, bu başlık altında belirteceğim yorumlar tam anlamıyla objektif olmayacaktır. Zira bendeniz de içsel olana, izlenimcilikten daha çok değer veririm. Zaten yazdığım her irdeleme, ele aldığım her kitap aslında duygusal olarak bağlandığım kitaplardır.
Başlıktan da anlayacağınız üzere, kitaptaki üslup dışavurumcu, yani içsel olanı, duyguları işleyen bir kurgu ile karşı karşıyayız. Burada öncelikli olarak değinmek istediğim bir nokta var. Esere dair irdelemelere göz attığımda, antimilitarist olarak nitelendirildiğini de gördüm. Aslında temelde eser, antimilitarist değildir diyebilirim.
Eser, cepheden dönmüş olan bir askerin toplumda kendine yer bulamaması durumunu konu edinmiştir. Elbette bu bağlamda, ele aldığı karakterler ile de antimilitarist hüviyette değerlendirilebilir. Ama kitabımızın kahramanı olan Beckmann’ın feryadı, sadece savaş durumunda meydana gelen gelişmeler ve sonuçları ile alakalı değil.
Bu şekilde değerlendirirsek salt olarak, sığ kalmış oluruz. Nitekim eserde, sadece savaşın meydana getirdiği yıkım ile açıklanması sığ kalacak diyaloglar mevcuttur. Aşk, vicdan, inanç, ötekileştirme unsurları da temel olarak işlenmiştir diyebiliriz.
Eserdeki Kurgu
Elbette bunların işlenişindeki kurgu, yukarıda da belirttiğim gibi savaştan dönen bir askerin durumu diyalektiğinde ele alınmıştır ama bilinmelidir ki, toplumsal olan bütün dinamikler ve toplumsal diyalektik, toplumsal olan her durumda kendini gösterir. Elbette şartlar çerçevesinde. Değerlendirme sırasında bir öncelik meselesi gibi düşünebilirsiniz. Antimilitarist olarak değerlendirmenin bu yüzden tam anlamıyla tanımlama konusunda yetersiz olacağını düşünüyorum.
Bu noktada belirtmem gerekir ki, yazarımız aslında kendi yaşantısından bir kurgu çıkarmış diyebiliriz yani kendisi de cephede savaşmış ve yurda dönüş kişilerden. Ve hatta Nazi tutumuna karşı olan mektupları sebebiyle savaş sürecinde yargılanarak tutuklanmıştır da.
Nitekim yazardan bahsedeceğimiz başlıkta daha detaylı irdeleyeceğiz. Söylemek istediğim, yazarın tam anlamı ile savaş karşıtlığından ziyade, savaşın gerçekleştiriliş sebepleri, savaş propagandalarındaki saçmalıklar, savaş durumunun yükünü çekme noktasındaki toplumsal eşitsizlik gibi durumların karşıtlığını yapıyor olması.
Zaten bu yüzden, barış durumundaki toplumda yaşayan bir okurun elinde de olsa, algıya hitap edecek bir eleştirellik mevcut kitapta. Yani savaştan ziyade, bir toplum ve iktidar eleştirisi diyebiliriz.
Peki, Nasıl Bir Feryat Bu?
Yukarıda değindiğimiz unsurlar bağlamında kitaptan bazı alıntılar yapmanın yerinde olacağını düşünüyorum. Öncelikle, kitabın kahramanının, cepheden döndüğünde ülkesini umduğu gibi bulamayışını, kapıların dışında kalışını, istenmeyen insan oluşunu ifade eden bir pasajı paylaşmak isterim. Bu kısım yani kitabın giriş kısmı, daha drama kısmına geçilmeden, bir ön yazı mesabesindedir. Aslında oyunun atmosferi sunuluyor bu giriş kısmında:
“Bir adam Almanya’ya geliyor. Uzun zaman yad ellerde kalmıştı, bu adam. Çok zaman. Belki haddinden fazla. Adam giderken başka idi, dönüşünde bambaşka. (…) Adam, onlardan biri; onlar yurtlarına dönerler, ama evleri barkları kalmamış ki yurtlarına kavuşsunlar. Artık onların yerleri kapıların dışıdır. Onların Almanya’sı dışarısıdır, gece vakti yağmurda sokak. Budur onların Almanya’sı.“
(Kapıların Dışında, s. 26.)
Ayrıca, kitabın karakterlerinden birisi de Öteki’dir. Yazar, ötekiyi konuşturmuştur. Bu Öteki, ötekileştiren toplumun temsili değil, bir bakıma Beckmann’ın ikinci kişiliğidir. Ve bu Öteki, kapıların dışında kalan, istenmeyen insan olan Beckmann’ın kendini ölüme bırakmasını istemez. Ona karanlıkta aydınlığı göstermek ister. Adeta, insanın hayata tutunma noktasındaki dürtüsü ve inançlarıdır Öteki. Beckmann’ı dışlandığı kapılarla yeniden bile yüzleştirir. Bakın Öteki’nin kendisi, kendini nasıl tanımlıyor:
“Benden kurtulamazsın. Benim binlerce çehrem var. Ben herkesin tanıdığı sesim. Ben her zaman var olan ötekiyim. Öteki, cevap veren. Sen ağlarken gülen. Sen yorgunken dürten. Dürten, gizli kalan, bir vicdan gibi tedirgin edenim ben.”
(Kapıların Dışında, s. 35.)
Ve Dışlanılan Kapılar
Beckmann ölmeyi ister ama, ölmek için kendisini bıraktığı Elbe Nehri bile onu kabul etmez. O da başka kapıları çalar. Öteki’nin yönlendirmeleri ile de, kendi başına da kapıları çalar Beckmann. Bir kadının kapısını çalar mesela.
Emri altındaki on bir askerin ölümünün vicdan azabını devretmek için Binbaşı’nın kapısını çalar. Bir dram ortaya koymak ister, Direktör’ün kapısını çalar. Ailesini görmek ister, o kapıyı da çalar. Birçok kapıyı çalmıştır Beckmann. Ama hep kapıların dışındadır.
Kapıların içindekiler onunla empati yapmak istese bile kapıların dışında kalır. Öteki ile konuşmalarının birinde, Beckmann Öteki’ye nasıl ötekileştirildiğini çok veciz bir şekilde ifade eder:
“Karım. Yanlış söyledim, evvelce karım olan kadın. Çünkü ben üç yıl yad ellerde kaldım. Rusya’da. Yurduma döndüm. Bu bir felaket oldu. Üç sene, az değil, bilirsin. Karım bana Beckmann dedi. Sadece Beckmann. Düşün ki aradan üç sene geçmişti. Bir masaya masa deriz ya, tıpkı onun gibi, Beckmann dedi. İskemle Beckmann! Kaldır şunu, Koltuk Beckmann! İşte bunun için benim kendi adım yok artık, anladın ya!“
(Kapıların Dışında, s. 36.)
Hatta, kendi tabiri ile “Allah Baba’nın” kapısını bile çalar Beckmann. Ona veryansın eder. Neden diye sorar, neden?! Bilmek ister zira, en zor zamanların, en kötü günlerin, yarınsız karanlıkların dehlizlerindeyken O’na çığlık atmış, O’na dua etmiş, O’na feryat etmiştir. Masumca sorar, sadece sorar. Masumca sorar ama, bu sorular ok gibidir, delip geçici oklar gibi:
BECKMANN: Doğru, sen sadece göz yumdun! Çocuk haykırır, bombalar patlarken sen nerelerdeydin, Allah Baba? Yoksa benim keşif kolumdan on bir er eksilirken mi gösterdin babalığını? On bir erin lafı mı olur, Allah Baba, sen orada da yoktun, Allah Baba! Bu on bir kişi o ıssız ormanda elbette feryat ettiler, ama sen yoktun orada, ne çare yoktun, Allah Baba! Babalığını Stalingrad’da mı gösterdin, Allah Baba, Stalingrad’da mı? Ha! Bizlere sen ne zaman babalık ettin ki, Allah Baba, ne zaman? Biz ne haldeyiz, sen bunu kendine ne zaman dert edindin, Allah Baba?
(Kapıların Dışında, s. 93-94.)
Kapıların Dışında Tiradı
Beckmann’ın çalmadığı kapı kalmış mıdır? O çaldı kapıları, denedi hep. Tutunmak istedi, yaşayan bir canlı olmak istedi. Ama bir çaput gibi, tahta bir bacak gibi, bir nesne gibiydi artık. Sadece sıfatı insandı. Hoş, sadece bir nesne olsa belki daha rahat ederdi. Ama bir insanken bir nesne olmak. İşte bu dayanılmazdı. Nitekim bir monoloğunda öyle belirtiyor:
“Yaşamaya devam et!’ diyorsun ha? Ben dışarıda, kapıların dışındayım, yine dışında. Dün gece kapıların dışındaydım. Bugün yine dışında. Ben daima kapıların dışındayım. Ve kapılar kapalı.“
(Kapıların Dışında, s. 49.)
Kapıların Dışında Anlam Arayışı
Kitap sanıldığı gibi mutlak bir karanlık değildir. Bir trajedinin aydınlığını da taşır. Belki de tür olarak oyunun kazandırdığı bir histir bu. Ama yazarın şiirlerinde de benzer bir aydınlık vardır, öykülerinde de. Buruk bir aydınlıktır taşır onun yazıları.
Ayrıca bu eseri okumak, bu buruk aydınlığı hissedebilmek, gözlerin okuduğu kelimelerden daha da ötesini görebilmesi demektir. Sadece kurgunun bağlamına, karakterlerin zihinde uyandırdığı birincil anlamlara indirgeme yapmak, sığlık olur.
Nitekim Beckmann’ı Direktör’ün anlamaması, hayatımızda sanatsal bir dışavurumun başına gelen her türlü değersizleştirmeyi yansıtır; ölüme bile değer görmeyen Elbe Nehri ise, ölümüne sadece rakam olarak bakılan binleri hatırlatır bize; nerelerdeydin diye sorulan Allah Baba diyaloğu, sadece dindeki değil, hayatta bütün inançlardaki, sevgideki, aşktaki, dostluktaki, güvendeki itibarsızlaşmayı çığırır.
Bu eser düşündürür ama salt olarak düşündürmez, duygulandırır. Sanki bize, gözyaşının entelektüel bir şey olduğunu, felsefenin bir şiir olduğunu, rasyonel olanın duygusal da olduğunu hatırlatır.
Çeviri Hikâyesi
Dedim ya, sadece görülen kelimelerden ötesini görmek gerekir diye. Nitekim eserin ilginç bir çeviri hikayesi var. Can Yayınları’nın baskılarının giriş kısmında bu hikaye, ‘‘ ‘Antimilitarist’ Bir Oyunun Çeviri Hikâyesi’’ başlığı ile yayımlanmış. Bu hikâyeyi kaleme alan ise, çevirmen Behçet Necatigil’in kızı Ayşe Sarısayın.
Burada çeviri süreci uzun uzadıya anlatılıyor. Ve ilk çevirinin, eserin antimilitarist hüviyette olması sebebiyle reddedildiği de yazıyor. Elbette, savaş sonrası dönemdeki politikaların da Tercüme Bürosu’nun kararlarında etkisi olduğu aşikardır diyebiliriz. Lakin eserin sadece bu bağlam ile reddedilişi de dikkati çekiyor. Hikaye uzun, tadını kaçırmamak için burada detaylandırmayacağım.
Aslında eserin bu hüviyeti, ziyadesiyle derin olmasına rağmen, keyifle okunacak bir eser olmadığını da gösteriyor bize. Nitekim eser, kurgusal bir keyif için yazılmamış. Zaten yazarın kendi yaşamını yansıtan bir eser olduğunu belirtmiştim.
Öyle önemli bir durumu sergiliyor ki bu eser, okurken rahat olmak abes, rahatsız olmalı insan. Kendi özeleştirisinde, kendi mahkemesinde rahat etse bile, yaşanmışlıklara, insanlığa, toplumun trajik hastalığına üzülmelidir. Bendeniz, bu minvalde bir eseri ne zaman okusam, aklıma Unamuno’nun Hayatın Trajik Duygusu adlı eserinin sonunda, okuyucularına dair temennisi gelir:
“Tanrı sana huzur değil, yücelik versin!”
Hayatın Trajik Duygusu, s. 342.
Wolfgang Borchert
İlk Dönemleri
Yazının önceki bölümlerinde de değindiğim gibi, bu eser, yazarın yaşamından birebir izler taşımakta. Bu sebeple yazarın yaşamını, onun trajedisini de bilmek gerektiğini düşünüyorum.
Borchert, 1921 yılında doğuyor. Lise yıllarında iken de ilk şiirleri yayınlanıyor. Yine lise yıllarında, lise bitirme sınavına girmeden okulundan ayrılıyor Nazi eğitimi dolayısıyla. Zorunlu olarak katıldığı Hitler Gençliği’nden güçlükle ayrılıyor. Tabiİ bu eylemi sebebiyle Gestapo’nun takip listesine alınıyor ve 1940 yılında kısa bir hapis süreci oluyor.
İlk başlarda bir kitapçıda çıraklık yapıyor ve aynı zamanda Helmuth Gmelin’den oyunculuk dersleri alıyor. 1940 yılında girdiği oyunculuk sınavında başarılı oluyor, 1941 yılında ise Landesbühne Osthannover isimli tiyatro topluluğuna giriyor. Lakin 1939’da fiilen patlak vermiş olan İkinci Dünya Savaşı sürecinde o da 1941 yılının Haziran ayında silah altına alınıyor.
Savaş Yılları
Yollandığı cephe Rus cephesi. Bu cephede ağır bir şekilde yaralanıyor ve hatta dizanteri hastalığına da yakalanıyor. Yaralarının değerlendirilmesi sonucunda kendisini çürüğe çıkarmak için kendi kendini yaraladığı hükmüne varılıyor ve yargılanıyor.
Bu yargılamadan beraat ediyor lakin savaş karşıtı yazıları ve mektupları da bulunuyor ve bunun neticesinde altı hafta ağır hapis cezasına çarptırılıyor, ardından tekrar cepheye gönderiliyor. 1942 Aralık ayında ayaklarının donması sebebiyle hastaneye kaldırılıyor, burada da tifo ve sarılık hastalıklarına yakalanıyor ve bu sefer izinli olarak cepheden ayrılıyor.
Hamburg’a gelerek burada çeşitli kabarelerde cephe oyunlarında sahne alıyor. Karaciğer rahatsızlığından dolayı çürüğe çıkarılacağını umarak tekrar birliğine dönüyor lakin bir oyunda Nazi Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’e dair yaptığı parodi sebebiyle Ocak 1944’te dokuz ay hapse atılıyor ve hapis sonrası tekrar cepheye gönderiliyor. Cephede iken savaş sönümleniyor. Birliği 1945 baharında teslim oluyor ve esirlerin taşınması sırasında kaçarak, 600 kilometrelik bir yolu yürüyor ve 10 Mayıs 1945’te Hamburg’a varıyor.
Savaş Sonrası
Hastalıkları bedenini halsiz ve yorgun düşürmesine rağmen bir tiyatro grubuna giriyor ve dramaturgluk yapıyor. Ayrıca, 1940-45 arasında yazdığı şiirleri derleyerek, 1946 yılında, Fener, Gece ve Yıldızlar adlı kitabını yayımlıyor. Kapıların Dışında isimli eserini ise Ocak 1947’de, sekiz gün gibi kısa bir sürede kaleme alıyor. Bu eseri çok yankı uyandırıyor.
13 Şubat’ta Radyo oyunu olarak yayınlanıyor lakin bu oyunun sahne gösterimine Borchert’in ömrü vefa etmiyor. Kendisi, ilerleyen karaciğer rahatsızlığı sebebiyle, İsviçre’de tedavi gördüğü sağlık merkezinde 20 Kasım 1947’de, 26 yaşında vefat ediyor. Oyunun prömiyeri ise 21 Kasım 1947’de sahneleniyor. Nitekim ‘Bu Salı’ isimli eserinin yayımlanışını da göremiyor. Ölümünden sonra ‘Üzgün Sardunyalar’ isimli öykü kitabı da yayımlanıyor. Dört kitabı ve birçok şiiri bizlere bırakarak, hayata veda etmiş oluyor.
Kapıların Dışında eseri ise, Borchert’in tek tiyatro oyunudur. Bu oyunda kullandığı Brechtyen yabancılaştırma tekniği ile seyircide bir bilinç hali yaratmıştır. Nitekim oyunun sergilenmeye başladıktan sonra çokça popülerleşmesi ve birçok ülkede birçok sahnede oynanması da bu durumu pekiştirmektedir diyebiliriz. Eserleri de çeşitli dillere çevrilerek rekor satışlar yapmıştır.
Borchert bunları görmemiştir ve kanımca umurunda da değildir zaten. Nitekim bir feryat kopmuştur yüreğinden. Tek isteyebileceği, insanların bu feryadın bilincinde olmalarıdır. Nitekim, eserin günümüzdeki kült durumunu göze alırsak, sanırım bu bilinç durumu gerçekleşmiştir; belki tam olarak anlamıyoruzdur, nitelikli bir empati kuramıyoruzdur ama, en azından kulak verebileceğimiz bir ses oldu diyebiliriz.