Biri Hiçbiri Binlercesi: Aynada Görünen Kim?
Biri Hiçbiri Binlercesi hakkında detaylı bir inceleme sizleri bekliyor. “Benlik” üzerine yazılmış kurgular arasında önde gelenlerden Biri, Hiçbiri, Binlercesi eserini ve Luigi Pirandello’nun kalemini sizler için inceledik. Haydi toplumsal insan, bu göz atış senin için! Sen, biri misin, binlercesi misin, yoksa hiçbiri misin?
Bir soruyla başladı her şey, kitabın ana kahramanı Vitangelo Moscarda için. Aynanın karşısına geçmiş kendi yansımasına bakarken, karısının bir ifadesi onda bir şeyleri tetiklemiş:
‘‘Sanki burnunun yamukluğuna bakıyorsun gibi geldi bana.’’
Biri, Hiçbiri, Binlercesi, s. 9.
Halbuki Moscarda, o güne kadar burnunun yamukluğunun farkında bile değildi. Pek alımlı bir burnu olmasa da yine de o uzvu ile barışıktı. Yaşanan bu olay ile sanki algısı değişti, aslında yeni bir perspektifle yüzleşmiş oldu diyebiliriz. Önce diğer uzuv ve parçalarını inceledi, gözlerinin üstündeki kaşlarının harflerin üzerine konan şapka gibi olduğunu, bacaklarının yay gibi olduğunu ve hatta istenilirse ok bile atılabileceğini fark etti. Peki, bütün bunları fark edince ne oldu?
Sadece maddi benlik performansıyla alakalı bir durumun ötesinde, bütün benlik yapısını kapsayacak düşünceler içerisinde buldu kendisini. Yavaş yavaş… Bu zamana kadar kendisi için farklı, eşi için farklı bir Moscarda olduğunun farkına vardı.
Bu başlangıç noktası ile, yani bu tetikleme ile, sorgulama macerasına başladı. Bir defa başlayınca da aile ilişkilerinden dostlarına, iş hayatından çevreye değin geniş bir irdeleme içerisinde buldu kendisini. Nitekim, bir insan olan karısı kendisini bu şekilde farklı görüyorsa şayet, neden başka insanlar da farklı görmesinlerdi kendisini?
Binlerce insanın algısında binlerce Moscarda… Bu algıların hiçbiri olmayan Moscarda… Peki, nasıl bir yolculuktu bu benlik diyarındaki? Gelin, hep beraber bakınalım.
Hayat Bir Sahne Midir?
Hem sosyolog, hem de sosyal psikolog olan Erving Goffman’ın bu konuda önemli bir kuramı mevcut. Hayatı dramaturjik olarak ele alan bu modellemesinde, bir tiyatro sahnesi çerçevesi sunar. Zira toplumsal alandaki insanın sosyal etkileşimine içkin unsurun, bilinçli ya da bilinçsiz olarak başkalarının bizi algılama biçimlerini yönlendirmeye dair istenç olduğunu belirtir.
Bu sebeple de tıpkı bir sahne gibi, performansımızı dekoru, kostümleri ve yeteneği geliştirerek yönlendireceğimizi belirtir. Bizler, arzuladığımız statülere dair rolleri bilir, tasarlar ve bunlara göre eylemlerimizi gerçekleştiririz. Ona göre kişiliğimiz, yaşamımızda oynadığımız bu çeşitli rollerin toplamıyla meydana gelir.
Elbette performansımızı, kamusal alan ve içsel alan olarak iki bağlamda inceleyebiliriz. Ve bizim performanslarımız da kamusal alana, toplum önünde olana yönelik şekillenir. İçsel olan ise, sahne arkası olarak nitelendirebileceğimiz benliktir.
Nitekim Goffman bunu üç kavram ile sınıflandırır: Sosyal, Maddi ve Ruhsal Benlik. Sosyal benliğimiz, sahnede topluma karşı sergilediğimiz performansımız, maddi benliğimiz bize ait uzantıların (ekonomik durum, kıyafet, saç şekli, kelime kullanımları ve benzeri) oluşturdukları algı, ruhsal benliğimiz ise kendi içimizdeki değerlendirmelerle yaptığımız benlik konumlandırmasıdır. Bu üçünde de ortak olan ve kritik öneme sahip nokta ise, benlik algımızın insanların bizim hakkımızda ne düşündüğüne göre şekilleniyor oluşudur.
Peki, bütün bunların Biri, Hiçbiri, Binlercesi ile alakası nedir?
Öncelikle bilinmelidir ki Goffman benlik algısının yönünü daha ziyade bireyden topluma bir vektör ile açıklarken, Pirandello toplumun belirlenimciliğine daha çok vurgu yapmaktadır. Aslında kitabı ilginç kılan yön budur.
Biri, Hiçbiri, Binlercesi, toplumsal belirlenim içerisindeki bireyin ruhsal benliğini irdeler. Toplum önündeki performanstan önce, bireyin kendisiyle olan benlik muhasebesini ön plana çıkarır. Haliyle ana kahramanımız Moscarda da, çevresindeki insanların kendisine dair algılarındaki farklılık ve istençleri keşfettikçe, bu algıları dönüştürmek amacıyla belli bir optimallik çerçevesinde performans sergilemek yerine kendi içerisinde derin bir arayışa saplanır.
Acaba aynada gördüğü kendisi midir? Belli bir anda durup kendisini irdelediğindeki mevcudiyeti onun mutlak hali midir? Yoksa sürekli dönüşen bir karakteri mi vardır? Kişilik de bir akışa mı tabidir?
Korku
Öncelikle, hepimizde benlik algısının mevcut olduğu ve bu benlik algısının toplum ile şekillendiği noktasında hemfikiriz. Yani Moscarda’nın içine düştüğü duruma yabancı değiliz. Lakin burada ilginç bir durum var. Şu soruyu sormak istiyorum size: Bir kitap sizi nasıl çok etkiler?
Sanırım bayağı da olsa bunu iki başlık altında sunabiliriz: Sunduğu fikir ve hissettirdiği duygu ile. Her ne kadar kurgu kitaplarda da belli bir fikir sunumu olsa da, genel görüş yazarın parmak sallayarak uyarırmış gibi didaktik bir söylem içerisinde olmasının kurgu kitapların özüne aykırı olduğu yönündedir. Bu tür söylemler daha ziyade kuramsal kitaplarda ya da daha genel bir ifadeyle düşünce kitaplarında mevcuttur.
Kurgu türünde olan Biri, Hiçbiri, Binlercesi eserinde de fikirsel bir alt metin mevcut ve kuvvetli de; hem de sırıtmıyor, gayet iyi yedirilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Lakin bu kitabı etkili yapan unsurun, hissettirdiği duygular ile alakalı olduğunu belirtmek isterim.
Başlık dikkatinizi çekti mi?
Korku!
Ben bu kitabı okurken korktum. Neden mi? Paragrafın başında belirttiğim cümleyi hatırlıyor musunuz, benlik algısının hepimizde var olduğunu belirtmiştim. Peki, benlik algımızın nasıl işlediğine, kendimizi toplum içerisinde konumlandırırken nelerden etkilendiğimize, toplumsal algının kişiliğimiz üzerindeki etkisine ve farklılaşan benliklerimize dikkat ettik mi hiç?
Kahramanla Yolculuk
Biri, Hiçbiri, Binlercesi eserini okurken ben bu unsurların üzerine eğildim. Moscarda’nın yolculuğunda kendisine sorduğu her soruyu kendime yönelttim; kendisine dair irdelemelerini kendim de kendim için gerçekleştirdim.
Aslında birçok benliğimin olduğunu, bazen bunları bastırdığımı, bazen manipüle ettiğimi, bazen özgürce yaşadığımı, bazen de bazılarının aslında tamamen yapay olduğunu yani toplumsal alanda itibar gören ögeler çerçevesinde oluşturduğumu fark ettim.
Siz olsanız korkmaz mıydınız? Ama bu aynı zamanda güzel bir keşif oluyor zira insanın benliğindeki çeşitlilik, insan için önemli bir zenginliktir. Bu durumu size, Bergson’un Gülme isimli eserinde Shakespeare’e dair yorumu ile örneklendireceğim:
“Macbeth, Othello, Hamlet, Kral Lear ve daha pek çoklarının aynı adam olduğu nasıl düşünülebilir? Fakat belki de burada sahip olduğumuz karakter ile sahip olmuş olabileceğimiz karakterler arasında ayrım yapmak gerekecektir. Karakterimiz sürekli yenilenen bir tercihin neticesidir.
(…)
Shakespeare elbette Macbeth, Hamlet veya Othello değildir fakat bir yanda koşullar diğer yanda kendi iradesinin rızası, onda içsel bir tazyikten ibaret olan şeyleri şiddetli bir infilak vaziyetine sokmuş olsa, tüm bu farklı karakterleri olmuş olabilirdi.“
Henri Bergson, Gülme, s. 105-106.
Derin Bir Varoluş Problemi
Varoluşsal sorgulamaların önemli kısmı, kişinin kendine dair irdelemeleridir. Önceki paragraflarda ise benlik algısının incelenişinin de benzer bir irdelemeye tekabül edeceğini belirtmiştik. Nitekim Moscarda’nın varoluşsal sorunlar içerisinde olduğunu belirtebiliriz.
Peki, benliğini irdelemesi neden sorun teşkil ediyor ki? Öncelikli olarak, benliğinin mutlak bir çerçevesi olmadığını keşfediyor. Yani sürekli bir akış ve devinim içerisinde olduğunu. Nitekim “aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” savını hepimiz duymuşuzdur. Bir dakika öncesiyle bile aynı kişi olmayışımızı ifade eden bu devinim teorisi, kitapta Luigi Pirandello tarafından Moscada’nın karakterinde işlenmiştir. Peki bu akış, bu devinim nasıl oluyor ki? Bir dakika öncesi ile aynı kişi neden olamayayım?
Belirsizlik İlkesi
Bu noktada, Heisenberg’in Belirsizlik İlkesini irdelemek yerinde olur kanaatindeyim. Bu teorideki deneyde, elektronları incelemek için kullanılan iki tür ışın vardır. Birisi kısa dalga boylu yüksek enerjili ışınlar, diğeri ise uzun dalga boylu düşük enerjili ışınlar. Yüksek enerjili ışınlarla elektronlar incelenmek istediğinde, bu yüksek enerji elektronların hareketini manipüle eder ve aslında elektronu olduğu gibi görememiş oluruz. Düşük enerjili ışınlarla incelendiğinde ise elektronlar manipüle edilmiş olmaz ama hareketleri tam olarak görülemez.
Peki, bu teorinin deney ile ulaştığı sonuç nedir?
Devinen hiçbir hareketi mutlak olarak göremeyiz; onun akışını kavramak istediğimizde ya onu manipüle ederiz ya da tam olarak kavrayamayız. Aynı durum benlik için de geçerlidir. Benliğimize dönüp baktığımızda, onu algılamak için gösterdiğimiz dikkat ile aslında an’da mevcut olanı yani doğal akışı görememiş oluruz.
Zira bakışımız algımız ile manipüle edilmiş olur. Çoğunlukla görmek istediğimiz şeyi görürüz ya da toplumun yargılarıyla görmüş oluruz. Yapaylaşmadan algılayabilmek için sanki haberimiz olmadan çekilmiş fotoğrafımız gibi kendimizi görmeye çabalasak bile (yani deneydeki düşük enerjili ışın gibi) bu sefer de tam anlamıyla kendimizi kavrayamamış oluruz.
Bu durum, Biri, Hiçbiri, Binlercesi eserinin kahramanı Moscarda’nın çokça üzerinde durduğu ve haliyle de bizim de kendi benliğimiz üzerinde aynı durumu düşünmemize sebep olan bir motiftir. Nitekim kitapta bunun veciz bir ifadesini görürüz:
‘‘Karşımda, hayal meyal şimşek gibi çakan görüntü bana mı ait? Dışarıdan bakınca tam da böyleyim ama ben, kendi içimde böyle mi düşünüyorum? Öte yanda başkaları için ben, aynadaki şu yabancıyım. Daha öncesini tanımadığım, başkaları için yaşayan şu, aynadaki her kimse, önce fark ettiğim, sonra kim olduğunu çıkaramadığım. Bir an düşünmesem, yaşadığını göremediğim. Sadece başkalarının görebildiği ve bilebildiği bir yabancı. Ben görebiliyor muyum, hayır.’’ (Pirandello, Biri, Hiçbiri, Binlercesi, s. 23-24.)
Paradoks
Gördüğümüz gibi, ana kahramanımız Moscarda kendini tanıdıkça kendine yabancılaşıyor ve kendisine yabancılaştıkça da kendisini tanıyor. İlgi çekici bir paradoks değil mi? Kendini tanıdığını zanneden insanın aslında bir çelişkiler bütünü olan varlığından haberdar olmayışının acısı yansıtılıyor bu romanda.
Kitabın etkili yanlarından bir diğeri de “ben anlatıcı” kullanılması sebebiyle bu paradoksa bizleri de sokması. Bu paradoks bağlamında kitapta ele alınan ve bizleri yine düşündüren bir bağlam daha mevcut. Aynı paradoksun kelimeler bağlamında da işlendiğini görürüz.
Toplumsal hayatta insan için en önemli unsurlardan birisi de iletişimdir. Bu da genel itibariyle kelimeler aracılığıyla olur. Ve kelimeyi algılayan her bir alıcının yani bireyin kendine has bir tercümesinin olduğunu düşünün. Yani, her ne kadar benzer kelimeler ile betimlemeler ve açıklamalar yapsak da, her bir bireyi gören her bir kişi kendince anlamlar üretir ve atfeder. Ortak yargılarda bile farklılaşma mevcuttur.
Moscarda’nın deli oluşu konusunda kitaptaki karakterlerin ittifak edişinde bile, her bir karakterin gözünde Moscarda’nın bu deliliğinin hüviyeti farklıdır. Eşi farklı yorumlar, din adamları farklı yorumlar, meczup kiracısı daha farklı yorumlar. Günlük hayatta da bunun örneğini görmüşlüğümüz vardır.
Mesela, “tam olarak onu kastetmiyorum aslında” ifadesi; bu ifadeyi ister kendiniz için, ister başkası için ya da sair bir durum/olay için kullanın, burada göze çarpan ortak unsur, ortak kelimelerin yargılarınızdaki farklılığı tam olarak ifade edemeyişi durumudur.
İşte Moscarda da bu paradoksları keşfettikçe, içlerine daha da gömülüyor. Ve ilk kertede o güne kadarki algılarına yani kendisine yabancılaşıyor. Lakin süreç içerisinde daha derin bir kavrayışa doğru yol aldıkça bu sefer kendini daha iyi tanımaya başlıyor diyebiliriz. Gördüğünüz gibi, baştaki yargımıza geri döndük; klasik dönem felsefe usulü!
Erken Dönem Postmodernizmin Erken Dönem Varoluşçuluğu
Yazının devamında da bahsedeceğim üzere, aslında kendi hayatından çokça iz taşıyan Biri, Hiçbiri, Binlercesi‘ni yazarken Luigi Pirandello, gerçekliği yeni bir ifade ile ve yer yer üst gerçeklik bağlamında ele alarak; bilimsel temeli olan bir gerçekliği kelimelerle yeniden ve klasik usulün dışında kurarak postmodern ögeleri barındırmıştır. Postmodern eserlerin erken bir örneği olarak nitelendirebiliriz. Ayrıca, klasik güldürüden farklı olarak dil ile mizah yapmaktan ziyade mizahı olay ve durumlarda ortaya çıkarır Luigi Pirandello.
Bunların yanında kitap, aynı zamanda varoluşsal bir romandır da. Nitekim kitabın ismi üzerine düşünmeniz bile bu algıyı sizde pekiştirir: Biri, Hiçbiri, Binlercesi. Didaktik olmayan bir üslupla filozofça bir hikâye anlatır bize, yani felsefe yapmadan filozoflaşır diyebiliriz. Hatta bir önceki paragrafta bahsettiğimiz yabancılaşma durumu da varoluşsal bağlamdadır. Çünkü Moscarda’nın bütün arayışı gerçek kimliğini bulma çabasıdır aslında.
Bu bulma süreci içerisinde bilinç ve bilinçaltı ögelerin çatıştığını görürüz. Bu çatışma da yargımızı pekiştirir niteliktedir. Bu çerçevede Moscarda’da baskın olan unsurun süperego olduğunu da fark ederiz. Zaten ana kahramanın savaşının önemli bir kısmı toplum iledir. Hatta daha da ileri gidersek, kendisine bakan kendi gözleri de bir bakıma toplumun gözleridir diyebiliriz.
Moscarda’nın Ağzından
Bu durumu Moscarda’nın kitaptaki bir yargısında açıkça görürüz:
Başkalarının bakış açısı, kendi algımızı şekillendirmemize yardımcı olmadığı sürece gözlerimiz ne gördüklerini bilmezler; algımız karışır çünkü kendimize mahsus diye düşündüğümüz algımız, aslında içimizdeki başkalarının sözünü dile getirmektedir ve asla yalnız hissedemeyiz.
Biri, Hiçbiri, Binlercesi, s. 159.
Bu varoluşsal gerçek altında ise Moscarda mutsuzdur ve bu mutsuzluğunu da şu cümlelerle dile getirir:
‘Ve var olduğunuz sürece, içinde bulunduğunuz biçimin cezasını çekecek, sorumluluğunu taşıyacaksınız. Kaçarı yok.’
Biri, Hiçbiri, Binlercesi, s. 97.
Peki neden mutsuzdur? Bu kadim toplumsal gerçekliği keşfedişi ona tanrısal bir perspektif kazanmanın zevkini vermektense dolu dolu bir acı veriyor. Aslında nedeni kitapta bariz. Bir özgürlük istenci mevcut ana karakterimizde. Bu durumu da şu veciz cümle ile ifade ediyor:
‘Gibi’ görüldüğüm her hal, ruhumun özgürlüğünü tehdit ediyor.
Biri, Hiçbiri, Binlercesi, s. 93.
Biraz da Pirandello…
Bir eseri incelerken yazardan bahsetmek elbette önemlidir. Lakin bugüne kadar okuduğum eserler arasında, yazarının hayatına göz gezdirilmesi gerektiğini düşündüğüm başat bir eserdir diyebilirim. Nitekim Luigi Pirandello, hayatıyla özdeş bir metin kaleme almış diyebiliriz.
Kitapta ana karakter olan Moscarda’nın babasının banker olması ile Luigi Pirandello’nun babasının maden işleticisi olması, Moscarda’nın benlik sorgulayışına eşinin bir sorusuyla başlaması ile Pirandello’nun eşinin travmatik ve trajik hayatı gibi benzerlikler kitapta kendini yoğun bir biçimde hissettirir.
Hatta eşi konusunda biraz detaya girmek gerekir. Babasının isteği üzerine, 1894’te, 27 yaşındayken babasının ortağının kızı ile evlenir. Eşinin çeyiz parası da haliyle madende yatırım olarak kullanılır. Lakin 1903 yılında madeni su basmasıyla aile ekonomik çöküş yaşar. Aynı zamanda çeyiz parasını kaybeden eşi Antonietta bunalıma girer.
Yine bu süreçte Pirandello’nun yazıları ile sağladığı tanınırlık sebebiyle Antonietta kıskançlık krizleri geçirir. Hatta kendi kızından bile kıskanmıştır. Süreç içerisinde patlak veren Birinci Dünya Harbinde ise küçük oğullarının savaşta aldığı bir yara sebebiyle akciğer hastalığına yakalanması, büyük oğullarının ise savaşta esir düşmesi sebebiyle Antonietta’nın ruhsal bunalımı travmatik bir hal alır ve 1959’da ölene kadar, 40 sene kalacağı akıl hastanesine yatırılır.
Peki, neden bunlardan özellikle bahsettik?
Zira Pirandello her ne kadar ihtiyari olarak evlenmemiş olsa da eşini çok seviyordu. Bu yüzden mevcut süreçte eşinin yaşadığı dönüşümü daha iyi anlayabilmek için Freud okumaları yapıyor. Bu teoriler ışığında zihin mekanizmalarını ve özellikle akıl hastalığı sürecinde hastaların sergiledikleri toplumsal davranışları inceliyor. Binaenaleyh, zaman içerisinde eşinin onu tanıyamaması, farklı isimlerle hitap etmesi ve eşi ile çocukları nezdinde farklı kişiliklerde algılanması bu durumu irdelemesine daha çok sebep oluyor. Pirandello’nun çoğu kitabında varoluşsal irdelemeler vardır lakin bu kitaptaki benlik muhasebesi olgusunu yaşamındaki bu gelişmeler ışığında değerlendirmek daha sağlıklı olur.
Edebi Anlamda Yazar
Luigi Pirandello 1889 yılında şiirleri ile edebiyat dünyasına adım atmıştır. Ömrü boyunca roman, öykü ve oyun gibi edebiyatın çoğu alanında eser vermiştir. Ama özellikle oyunları ile tanınmıştır. Lise eğitiminin ardından Palermo Üniversitesi’nde Hukuk ve Edebiyat fakültelerine yazılır. Ancak bir sene sonra yalnızca edebiyat alanında ilerlemeye karar verir.
Bu karar ile Roma’ya taşınır. Ardından 1888 yılında Almanya’nın Bonn Üniversitesi’nde eğitimine devam ederek edebi anlamda heybesini doldurur ve ilk yazılarını yazar. Goethe’den çokça etkilenmiştir; hatta ondan çeviriler ve pastişler yapar. Bu durum önemlidir zira Goethe’deki estetik özgünlüğün onun eserlerine de yansıdığını görürüz. Bu konuda daha ziyade oyunlarına bakmak gerekir. Ayrıca yazın hayatında August Strindberg ve Henrik Ibsen’den de etkilendiğini söyleyebiliriz.
Bütün bunların yanında, dünyaca ün yapmasını sağlayan gelişme, Mussolini’ye mektup yazarak istekte bulunmasının ardından Roma Sanat Tiyatro’sunun başına getirilmesidir. Lakin zaman içerisinde iktidarın meşruiyet temellerinden uzaklaşması, fikirsel anlamda düştüğü ayrılıklar, oyunlarda ortaya koyulan çeşitli eleştirilerin yetkililer ile ayrışmalara neden olması gibi sebepler ile görevinden ayrılır.
Zaten hicivli ve kara mizahlı bir dili olduğu eserlerinden kolaylıkla anlaşılır. Aynı dönemde tamamladığı eseri olan Biri, Hiçbiri, Binlercesi çokça ses getirir. Nitekim yazdığı oyunlar da özellikle Avrupa’nın birçok yerinde sahnelenir. 1934 yılında, İtalyan Akademisi’nin son birkaç yıldır aday gösterişinin ardından Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olur. Bu ödülün ardından, iki yıl sonra yani 1936’da Roma’da vefat eder.
KAYNAKÇA
- PİRANDELLO, LUİGİ, ‘BİRİ, HİÇBİRİ, BİNLERCESİ’, İTHAKİ YAYINLARI, İSTANBUL, 2021
- GÜLER, İ. Y. (2020), LUİGİ PİRANDELLO’NUN ‘BİRİ, HİÇBİRİ, BİNLERCESİ’ ADLI ESERİNDE GÖRECELİK KAVRAMI, MOLESTO, CİLT 3, SAYI 2, S. 251-263.
- ERTÜRK, YILDIZ DİLEK, DAVRANIŞLARIMIZ VE BİZ, POZİTİF YAYINLARI, İSTANBUL, 2017.
- BERGSON, HENRİ, GÜLME, TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, İSTANBUL, 2021