Cüneyt Arkın: Malkoçoğlu’nun Yaşamı
Cüneyt Arkın; Türk sinemasının yiğit kahramanı, savaşçısı, korkusuz karakteri… Geçtiğimiz ayın 28’inde kaybettiğimiz kıymetli değerimizi anacağız bu satırlarda. 84 senelik yaşamının içine bir yolculuk yaparak “Bu dünyadan bir Cüneyt Arkın geçti.” diyeceğiz hep birlikte.
Cüneyt Arkın Olmadan Önce: Çocukluğu
8 Eylül 1937 günü Eskişehir’in Odunpazarı ilçesine bağlı olan Karaçay köyünde doğuyor Cüneyt Arkın, “Fahrettin Cüreklibatır” adıyla. Çocukluğundan hatırladıkları ablasının hüzünlü şarkıları, babasının akşamüstü bahçe sularken içtiği rakının kokusuna karışan sıcak toprağın, güneşin, çiçeklerin kokusu…
“Biraz daha büyüyünce günlerim çiftlikte geçmeye başladı. Toprağa karışmış kalın tenli, kaba, kara, büyük elli kadın ve erkekleri seyrederdim tarlalarda. Akşamüstleri bir rüzgâr uğuldardı kulaklarımda. Uçsuz bucaksız ovadan geçen treni karma karışık özlemler, korkular, isteklerle beklerdim. Bu benim ilk yalnızlık duygumdu. Ve sonra hep yalnız kaldım.“
Doğayla iç içe büyüyen Cüneyt Arkın, kırlangıçların yuva yapma merasimlerinden uçuşlarına, yetişkin kırlangıçların yavrularına uçmayı öğretmelerine kadar geniş gözlemlerle yaşamış dünyadaki ilk yıllarını. Sonra Eskişehir Necatibey İlkokuluna yazılmış; annesi yazdırmış onu. Ancak o ise okula gitmek, köydeki doğal hayattan kopmak istememiş hiç. Hatta gece olduğunda şehirden kaçarak ırgatların yaktıkları ateşlerin yumuşaklığında, ılığında uyurmuş.
Oysa annesinin üzüntü duyduğu bu durum, babasını mutlu ediyormuş. Çünkü okumasını istiyormuş annesi Halise Cüreklibatır. Okul kitaplarının yerine hikâyeler, romanlarla haşır neşir olarak sonlandırmış ilkokulu. Sonra menkıbeler dinlemiş, çokça menkıbeler… Kahramanlıkla, savaşmakla, cesaretle dolu bu menkıbeler onu büyülemiş. Battalgazi, Köroğlu, Deli Dumrul ve daha niceleri. Zülfikar gibi bir kılıcı olsun istemiş bu menkıbelerden etkilenerek. Çocuk yaşında düşünü bile kuramayacağı, aklına gelmeyecek bir şey; duyduğu Battalgazi öykülerini bir gün kendisi oynayacak.
Kendi Kaleminden Ailesi
Haydi ailesini Türk sinemasına adını altın harflerle yazdıran Arkın’ın kaleminden okuyalım, tanıyalım şimdi.
“Anamın ellerinde, çalışmaktan kocaman nasırlar vardı. Onları kına ile kapatmaya çalışırdı. Öylesine sessizdi ki, asla şikayet etmez, varla yok arasında yaşardı. On üç çocuk doğurmuştu. Onunu yoksulluk, bakımsızlık ve cahillikten kaybetmişti. Babam ince uzundu. Toprak kadar sabırlıydı. Kocaman elleri vardı. Okumamıştı. Ama tabiatın içinde doğup büyüdüğünden, koyunlar, köpekler, ekinler, yıldızlar, yağmurlar, böcekler, kuşlar hakkında her şeyi bilirdi. Devamlı bozkır güneşine bakmaktan gözleri kısık, yüzü kırışıklarla doluydu. Ekinlerin büyüme seslerini duyar, bana dinletirdi. ‘Bak ekinler büyüyor oğlum, seslerini duyuyor musun?’ derdi. Otlardan ilaç yapardı.”
“Küçük ablamın yüzü, bozkır ağustosunun zerdalisi gibi tatlı çilliydi. Üçüncü çocuğunu kocası istemediğinden düşürmek isterken, kocakarıların elinde öldü. Eskişehir’in dışında kendi elleriyle bir gecekondu yapmıştı. Duvarları çamurlu elleriyle sıvamıştı. Genç kız ellerinin izleri görülürdü duvarlarda. Yıllarca, o izleri, ablamın ellerini hasretle öptüm. Saçları sonbahardı. Gözleri mürdüm eriği gibi hep buğuluydu. Galiba hep sessizce ağlardı. Büyük ablam anneme benzerdi. Güçlü, çalışkan çocukluğunu da genç kızlığını da yaşayamadı. Yaz, kış koyunlarımızın peşinde koşturur dururdu.”
Lise: Bambaşka Bir Dünyaya İlk Adım
Eskişehir Atatürk Lisesinde okumuş Cüneyt Arkın. Burada şimdiye kadar görmediği bambaşka bir âlemde bulmuş kendini. Kitaplar okumuş çokça; Orhan Veli Kanık, Sait Faik Abasıyanık gibi isimlermiş bu kitapların yazarları. Bu dönemde yazılar yazıp dergilere gönderirmiş Cüneyt Arkın.
Üniversite yıllarına kadar bozkırla koyun koyuna devam eden yaşamında sinemaya bile zorlukla gidebiliyormuş. Ablası onu Eskişehir Sakarya Caddesi’ndeki sinemaya götürür, ona filmden akşam beşe çeyrek kala çıkmasını tembihlermiş. Hatta filmin son kısmına yetişemezmiş bu yüzden. “Sonraları bir mercek buldum.” diyordu Cüneyt Arkın. “O kopan filmlerden ayna ile merceğe ışık verir ve gösteri yapardım. Oynadığımız oyunlar da, dinlediğimiz masallardan, menkıbelerden aklımızda kalan savaş oyunlarıydı.” Arkın’ın sinemayla olan ilk ilişkisini bu şekilde anlatabilirim sizlere.
Cüneyt Arkın & Üniversite: Şiirler, Varlık, Erek
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini kazanmış sonra. İstanbul Tıp Fakültesinden doktor olarak mezun olduğunda yıl 1961… Babası okumasından yana olmamış hiç. Ekonomik sıkıntılar yaşayan ailesine destek çıktığı için çalışması daha öncelikli görülmüş hane içinde. Ancak annesi ve ablaları onun üniversiteli olmasını arzu ediyorlarmış. Bir şekilde baba ikna edilmiş ve Cüneyt Arkın’ın üniversite yolculuğu başlamış: İstanbul’a. Tıpkı Gurbet Kuşları filmindeki gibiymiş İstanbul’a gelişi. Çok sonraları fark etmiş, ileride oynayacağı bu filmden bir sahneyi yaşadığını. Mevki ekspres bileti kestirmiş, kalbinde hem hüzün hem heyecan… Düşünceler içinde, Haydarpaşa’da. Valizi, yatağı, yorganı yanında.
“Sirkeci’ye geçtim. O gece otelde kaldım. Ertesi gün imtihana gireceğim. Ders çalışıyorum. Bir ara kapı açılıyor ve bir adam geliyor. Biraz sonra biri daha, az sonra biri daha. Odada dört yatak var. Biz de dört kişiyiz. Hiç tanımadığım, bilmediğim üç adam. Gece yarısı biri “ışığı kapa” diyor. “Ağabey, ders çalışıyorum” diyecek oluyorum, bir başkası kalkıp düğmeyi çeviriyor. Zifiri karanlıkta yolumu bulup aşağıya iniyorum. Elime bir mum tutuşturuyorlar. Mumun ışığında ders çalışırken kendi kendime yemin ediyorum: Doktor olunca hastanenin ışıklarını hiç söndürmeyeceğim.“
Sonuçlar açıklanmış; Cüneyt Arkın kazananların içinde üçüncü. Nitekim öğrenim başlamış ve Akdeniz Caddesi’nde bir ev tutmuşlar öğrenci arkadaşlarıyla. 74 numaralı apartman… Aynı evde kaldığı öğrenci arkadaşlarından dördü Yüksek Ticaret okuyor, biri Diş Hekimliği. Kişi başı 45 lira olan kiraları 70 liraya yükselince hem dersleri hem de geçimi düşünüyormuş Cüneyt Arkın. Altısı da eğlenceyle, içkiyle alakaları olmadan çalışmışlar.
O dönemin ünlü dergisi, Varlık dergisini satın alıp okuyorlarmış. Ardından Erek adındaki kendi dergilerini çıkarmışlar. Cemal Süreya, Erdal Öz, Muzaffer Buyrukçu, Kemal Özer gibi isimlerle tanışmış Arkın. Bununla birlikte yazılarıyla, şiirleriyle haşır neşir olmaya da devam etmiş. Ayın on beşi geldiğinde paraları bitermiş; Sarayburnu’na gidip palamut tutarlarmış öyle olunca.
Sinemanın Taşlı Yollarında
Askerliğini memleketinde yedek subay olarak yapan Cüneyt Arkın, askerliğinin ardından Adana’da ve çevre illerde mesleğini icra etmiş. Gelgelelim yakışıklı oyuncu, Artist dergisinin düzenlediği sinema artisti yarışmasında birinci olmuş. Böylelikle doktorluktan oyunculuğa… Ancak bu keskin dönüşüm, babası Hacı Yakup Bey’in pek de hoşuna gitmemiş. Hatta “lanetleyici mektuplar” diye bahsetmiş Cüneyt Arkın, babasının ona yazdığı mektuplardan. Arkadaşları bile oyunculuğa geçişini şakalarla karşılamışlar, kırıcı şakalarla: “Senden de artist olur mu Fahrettin? Başka işin yok muydu?” Bu yüzden üzülürmüş Cüneyt Arkın. “…Beni her fırsatta iğnelerler, kahrederlerdi.”
Böylece üniversiteden mezun olmuş Cüneyt Arkın. Henüz Cüneyt Arkın diye anılmıyor hâlâ. Okulunu bitiren diğer arkadaşları gibi o da almış başını, dönmüş memleketi Eskişehir’e. Burada Halit Refiğ ile tanışmış sonra. Halit Refiğ, o dönemde Şafak Bekçileri filmini çekmekle meşgulmüş. Yıl 1963… Cüneyt Arkın ise alanında uzmanlaşmayı bekliyormuş.
Demek ki doktorluğa uzman olarak daha iyi şartlar altında devam etmek varmış aklında. Çünkü uzman olmayanlara hastanede öğle yemeği ve akşam yemeği verilmiyormuş. Üstelik evlenmiş… Suadiye’de, kayınpederinin evinde yaşıyorlarmış eşi Güler Mocan ile. Fakat parasızlığa ne çare!
“Yahu doktor, sende müthiş bir şey var.”
Bir akşam Halit Abi diye bahsettiği Halit Refiğ ile karşılaşmış. Halit Refiğ, ona Gurbet Kuşları filminden bahsetmiş; bir doktor rolü varmış boşta. Gurbet Kuşları ile birlikte Refiğ, “Yahu doktor, sende müthiş bir şey var.” cümlesini kurmuş Cüneyt Arkın’a. Bu ilk filmi ona 500 lira kazandırmış. 500 lira onu yalnızca 3 ay idare edebilmiş. Yeşilçam’da iş bulabilmek, rol alabilmek için yazıhane yazıhane gezerken Aziz Sarıkaya’nın yanına uğramış Arkın. Odasında olmasına rağmen kendisine “yok” dedirtmiş Sarıkaya. Arkın’ın umutları boşa çıkmış ne yazık ki. Cebinde iki buçuk lira, Taksim’den Karaköy’e yayan… Vapurla Kadıköy, oradan Suadiye’ye kederli bir yolculuk. Sonra Filiz adını verdikleri kızları dünyaya gelmiş 1966 yılında.
Oyunculuk metotlarını geliştirmek adına o aralar İstanbul’da olan Medrano Sirki‘nde atlara bakma karşılığında akrobasi ve binicilik dersleri almış Cüneyt Arkın.
“Ter kokulu havlularını kurutup peşlerinde koştum. Sirkte bulunanların çoğu benim artist namzedi olduğumu öğrenmişlerdi. Bir gece program bittikten sonra şimdi ismini pek hatırlayamadığım fakat çok sevdiğim akrobatlardan biri yanıma geldi, ‘Gel, seninle biraz çalışalım’ dedi. “Sana ufak bir numara göstereceğim ve bütün filmcilik hayatında bu numaranın büyük faydasını göreceksin”. Onunla tam iki saat çalıştık. Ertesi gece gene, daha ertesi gece gene derken, kendimde bir fevkaladelik hissetmeye başladım.”
Bir süre romantik bir jönü canlandırdıktan sonra macera filmlerinde de oynayan Cüneyt Arkın, sinemaya ve Yeşilçam’a “hoşça kal” demeye hazırlanırken yönetmen Ülkü Erakalın ile kesişmiş yolları. Sonra ne m oldu dersiniz?
Gözleri Ömre Bedel (1964) filminde Türkan Şoray ile paylaştığı başrol, adını bütün Türkiye’ye duyurmasını sağladı. Piyanist Suat’ı oynadı, Leyla’ya âşık oldu Suat. Leyla’nın sevgilisi Turgut ise Suat’ın evini soymayı planlamıştı. Bunun için de Leyla’yı kullanacaktı. Leyla, Suat’a gönül vereceğini tahmin edememişti elbette. Geçmişinden utanıyordu ve kendini Suat’a yoksul, yalnız bir kadın olarak tanıttı. Büyük aşkları işte böyle başladı ve mutlu sonla taçlandı.
Cemal Süreya’nın Ağzından Cüneyt Arkın
“Cüneyt Arkın’ı adı henüz Fahrettin Cüreklibatur’ken tanımıştım. 1957’de Eskişehir’de vergi dairesini teftiş ediyordum. Edebiyat ve şiir meraklısı arkadaşlarıyla beni bulmuşlardı. Dostluğumuz daha sonra İstanbul’da surdu. O zaman tıp öğrencisiydi. Öyküler yazıyordu. Bunlardan birkaçını Ankara’ya, Muzaffer Erdost’a yollamıştım Pazar Postası’nda yayınlanması için. Evin önünde kız kuyruğu vardı. Öylesine yakışıklı bir delikanlı bizim Fahrettin! Hepsi onun eve girip çıkışını kolluyor… Fahrettin adının Cüneyt’e nasıl dönüştüğünü de dostum Halit Refiğ’den öğrendim. Gazeteci Vecdi Benderli bulmuş bu adı. ‘Cüneyt’, Cüneyt Gökçer’in adından, Arkın da Ramazan Arkın’ınkinden alınmış. Böylece genç Fahrettin’deki tiyatro ve edebiyat tutkusu sinemada bir araya getirilmek istenmiş.” |
İlk eşi Güler Mocan’dan ayrıldıktan sonra Betül Işıl ile tanışmış Cüneyt Arkın. İki oğlu Kaan Polat Cüreklibatır ve Murat Cüreklibatır’ın anneleri… Otobiyografisinde Betül Hanım’dan öyle dokunaklı, öyle sevgi dolu bahsetmiş ki, o cümleleri sizinle birebir paylaşmadan edemeyeceğim:
“Şöhret olduğumu, hayatımın altüst oluşundan anladım. Artık kendimi yaşamıyordum. Sinema da var olma kavgası, gereğinden fazla tanınmak, önemsenmek, bütün gençlik hayallerimi, kendim olarak yaşama isteğimi yok etmişti. Gene de direniyordum. Çoğu kez öylesine bunalıyordum ki, hasretle, yoldan geçen, bana sırtı dönük uzaklaşıp giden bir kadının arkasından koşup, ona usulca dokunayım ve ne olur benimle evlen diye yalvarayım hayallerini kuruyordum. Bir gün bu yok oluşun içinde bir partide onu gördüm. Baştan aşağı maviydi ve tarifsiz kederler içinde bir partide onu gördüm. Usulca yaklaştım. Bana bir garip baktı. Kocaman gözlerindeki ılık, hüzünlü mavilik içime aktı. Kendimi bir çocuk gibi hür hissettim. ‘Ben Dr. Fahrettin’ dedim. ‘Betül’ dedi. Sonra hiç konuşmadık. Kısa bir zaman sonra da evlendik. Betül cennetim oldu. Artık yalnız değildim.” |
Cüneyt Arkın Efsanesi
Kariyeri boyunca 287 sinema filmi, 22 reklam filminde oynadı Cüneyt Arkın. Bir süre alkolizmden dolayı tedavi görmesinin ardından birçok konferansta özellikle gençlere alkolün, uyuşturucunun zararlarından bahsetti. Ne yazık ki geçtiğimiz ayın 28’inde kalp durması sonucu hayatını kaybeden Cüneyt Arkın, tarihe ismini kazıdı ve sinemada var olma mücadelesi ile sinemacılara örnek teşkil etti. Yattığı yerin ışık olması dileklerimle, yazımı kendisinin şiirlerinden bir parça ile sonlandırmak isterim:
“ben kurtardıysam dünyayı
sen de yapabilirsin arkadaş
dert etme
gülümse
güller açsın yüzünde
umudu yaşatmaktır yeryüzünde
her gülümseme
şarkılar söyle
her kelimesinde buram buram sevda
dört nala seviş
utanma
güneşe açıl çırılçıplak
boşa gitmesin sıcaklığın
aç kollarını iki yana
dünyayı kucakla
dağıt saçlarını
ıslak ağzında
doyulmamış öpüşler
uç daldan dala
korkunç eşkıya ol
dünyada ne kadar güzellik varsa
yağmala kendi adına
dağıt onları insanlara
deliler gibi sevmek olsun işin
çılgınlar gibi aşık olmak
ve yüreğini herkese dağıtmak
bütün meyveleri ye
oburca
tadına vara vara
ve her öptüğünde sevdiğinin ağzını
bahar çiçeklerini hatırla
hürriyettir sevmek
ve dehşetli cesaret
insanlara dokunmak
çıplak ellerinle
yüreklerini okşamak
yaşama inadın sonsuz olsun
dağları delip çıkan kardelen misali
dünyalar kadar kocaman
yüreğinle
kavak yelleri essin deli gönlünde
sevdalan alabildiğine
tut, öp, kokla
ısır hayatı
minnetle
ve merhametle
dünya seni bekliyor.”
KAYNAKÇA
https://www.beyazperde.com/filmler/film-273178/#:~:text=Leyla%2C%20Turgut’un%20iste%C4%9Fi%20%C3%BCzerine,s%C3%BCre%20sonra%20ili%C5%9Fkilerini%20evlilikle%20ta%C3%A7land%C4%B1r%C4%B1r
http://www.cuneytarkin.com.tr