Uysallar: Ben Kimim?
Uysallar, Hakan Günday’ın yazdığı Onur Saylak’ın yönettiği yeni Netflix Türkiye dizisi, bu yazıda Uysallar‘ı inceleyeceğiz. Başrollerinde; Öner Erkan, Songül Öden, Haluk Bilginer, Uğur Yücel gibi isimleri barındıran dizi Netflix’in ilgi çekici yapımlarından biri haline geldi.
Konusundan bahsedecek olursak, Uysal Ailesi görünüşte ideal bir aile gibi gözükür. Fakat diziyi izledikçe karakterlerin ikili bir hayat yaşadıklarını görürüz. Uysallar, kim olduğunu bilememe ve benlik üzerine söyleyecek sözleri olan bir yapım.
Bir Günday- Saylak Fikri
Uysallar, Hakan Günday ve Onur Saylak birlikteliğinin karşımıza çıkan üçüncü işleri. Şahsiyet ile başlayan birliktelik, Daha ile devam etmişti. Şimdi ise Netflix için yapılan Uysallar ile karşımızdalar. Bundan sonra da onları birlikte daha çok görecek gibiyiz. Sinema tarihi boyunca sürekli beraber çalışan birçok yönetmen senarist ikilisi görüyoruz. Birlikte hikâye oluşturma konusunda uyumlu ikililerin yan yana gelmesiyle iyi yapımlar izlemiş oluyoruz. Sonuçta bir dizide seyirciyi en fazla tutan şeylerin başında atmosfer yaratımı gelir. İyi bir atmosferi olan yapımların çoğu belli bir izleyici kitlesine de sahip oluyor.
İkili birlikte çalıştıkları ilk yapım olan Şahsiyet ile büyük ses getirdi. Daha sonra ise Daha isimli bir sinema filmi ile karşımıza çıktılar. Daha da eleştirmenler nezdinde beğenilen bir film oldu. Onur Saylak ve Hakan Günday beraber iyi işler çıkaracaklarını seyircilere göstermiş oldular. Bu yüzden de ikilinin sıradaki merakla bekleniyordu. Uysallar bir kısım için beklentiye değen bir yapım olsa da bir kısım için de beklentilerin altında kaldı.
Dizinin başında başarılı bir mimar olan Oktay’ı görüyoruz. Güzel bir eve, güzel bir işe, güzel bir aileye sahip bir karakter olduğunu anlıyoruz. Fakat karakterimiz tüm bunların arasında kendini mutlu hissetmiyor. Oktay’ı kendine ve kapitalizme öfkeli bir halde görüyoruz. Bu yüzden de kendisini en mutlu, anarşist hissettiği zamandaki haline atıyor. Bunun sonunda tekrar Punk’a dönüyor. Punk’ı hayatının içine uyarlamak adına bir anda tarzını değiştiriyor. İstiklâl’de Punk stiliyle yürümeye başlıyor. Fakat diğer gün Oktay’ı beyaz yaka kimliğiyle gördüğümüzde, Oktay’ın sadece bir yanının punka döndüğünü görürüz ve Oktay’ın ikili hayatı başlamış olur.
Kim Kendisi ki?
Varoluşçu yaklaşıma göre insanın doğuştan sahip olduğu bir özü yoktur. İnsan özünü, yaşadıkça kendisi yaratır. Bu yüzden de tüm seçimlerinden sorumludur. O seçimler, kişinin benliğini oluşturur. Ancak insanın özne olarak var olabilmesi için başka insanlara ihtiyacı vardır. Sartre’ın kendi için benlik ve başkası için benlik kavramları da tam burada devreye giriyor. Sartre’a göre özne olmak aynı zamanda kendini nesne, başkalarını da başka özneler olarak görebilmektir.
Sartre’ın felsefesinde önemli bir yer tutan “kendinde varlık” ve “kendi için varlık” kavramları Oktay’ı anlamak adına bize yardımcı olacak. Oktay, toplumun onun için çizdiği yoldan sapmadan ilerlemiştir. Hatta kendi deyimiyle o güne kadar hiçbir şey protesto etmemiştir. Mezun olmuş, işe girmiş, evlenmiş, çocukları olmuş, kredi çekmiş, araba almış, ev almış, hatta kendine mezar yeri bile alacak duruma gelmiş bir karakter. Fakat tüm bunları yaparken çok önemli bir şeyi, kendi olmayı ve mutlu olmayı kaçırmış. Tüm ailesini terk edip gitme noktasına gelse de bunu yapamamış. İşte tam bu noktada Oktay, içinden farklı bir benlik çıkarıyor: Punk Oktay.
Oktay değişimini büyük bir radikallik ile yapıyor. Tümüyle punk kimliğine bürünüp İstiklâl‘de yürümeye başlıyor. İnsanların yargılayıcı bakışları altında, garip bir mutlulukla seyirciye “ben değiştim” der gibi yürüyor. Karakterin değişimi adına maalesef ki tek hareket bu oluyor. Sadece kıyafetlerini değiştirip sokağa çıkan karakterimiz, gizlice üzerini değiştirip diğer gün beyaz yaka görünümüyle hayatına kaldığı yerden devam ediyor. Sokağa çıktığı ve punkçı olarak gezdiği anlar dışında Oktay’ın hayatında hiçbir değişim olmuyor.
Punk is Not Dead
Punk kültürü, 1970’lerin ortalarında ortaya çıkmıştır. Kendi giyim tarzı, felsefesi, edebiyatı ve görselliği ile sağlam bir alt kültür oluşturmuştur. Punk kültürü, halka onlarla özdeşleşmedikleri ve insanlar arasında sınıf farkı olduğu müddetçe özdeşleşmeyeceği mesajını verir. Punklar içinde bulundukları durumu protesto etmek için, ellerindeki her malzeme ile bedenleri de dahil, kendilerini toplumsal bir atık olarak sundular.
Dizinin en eleştirilebilir yanlarından biri de punk kültürünün altının boş bırakılması. Günümüzden ve günümüz yaşam dinamiklerinden bıkan bir karakterin, Punk’a yönelişini izlemek cümle üzerinde iyi dursa da karakter sadece kıyafetleri ile Punk’a dönüyor. Dizinin atmosferinin içerisinde Punk’a dahil olamıyor. Sadece bir kelime olarak var oluyor.
Dizideki müzik kullanımı içerisinde bile Punk’ın yeri çok az. Çok fazla cover şarkı yer alsa da dizinin içinde Punk’ın kendisini çok az duymaktayız. Aynı zamanda da Türkiye’deki Punk kültürüne de nerdeyse hiç değinilmiyor. Böyle olunca da bu kelime tamamen havada kalıyor.
Hapishanenin Doğuşu
Oktay, bürokrasiyi temsil eden bir karakter olan Berhudar Bey (Haluk Bilginer) ile bir hapishane inşaatında beraber çalışıyor. Berhudar Bey’in her defasında Avrupa’nın en büyük hapishanesi olacak olması ile gurur duyduğu bu hapishane kuşkusuz ülke için bir temsil niyetiyle diziye konulmuş. Kocaman bir hapishaneye dönüşen ülke içerisinde sıkışmışlığımız için de iyi bir benzetme.
Ünlü filozof Michel Foucault’un önemli eseri Hapishanenin Doğuşu’nda, Foucault hapishaneyi iktidar mekanizmasının tasavvuru olarak ortaya koyar. Bu tasavvurun temelinde bir gözetim yatar. Gözetim toplumu, hatalı bulduğu insanları hapishaneye atar ve onları “düzeltir”. Hapishane olgusu iktidar mekanizmasının en iyi işlerinden biridir. Foucault aynı zamanda okulları ve hastaneleri de aynı mekanizmaya yerleştirse de hapishane tüm bunların içinde tamamıyla esnemeyen kuralları olan tek kurumdur.
Dizide de hapishane inşaatı için çalışan Berhudar Bey, bürokrasi ve iktidar yapısının içerisinde var olan bir karakter. Karikatürize tarafları olsa da seyirciye geçen bir karakter izliyoruz. İnşaatın yapıldığı alan, hayvancılık yapılan bir yer olduğu için etrafta yaşayan köylülerin bu inşaattan rahatsız oldukları bize gösteriliyor. Berhudar Bey’in bu konudaki tutumu da ülkemizde sürekli yaşanan bu durumla ilgili güzel bir temsil ortaya koyuyor.
Mesajınız Var
Ülkemizde çıkan yapımlarda özellikle de televizyondaki işlerde sistem eleştirisini nerdeyse hiç görmüyoruz. Sosyal platformlarda yapılan işlerde durum farklı olur derken onlar için de durum değişmiş değil. Uysallar, bunu kıran yapımlardan biri oldu.
Dizinin içerisinde çok fazla güncel konularda yapılan sistem eleştirileri mevcut. Örneğin, İbrahim Selim’in oynadığı Mert karakterinin attığı tweet yüzünden paranoyak hale geldiğini görüyoruz. Mert attığı tweet yüzünden her sabah beşte uyandığını, beşte alınmaya geleceğinden dolayı korktuğunu söylüyor. Ya da Ege karakterinin gireceği üniversite sınavı için tespitleri, İstanbul’u saran sis ve hava kirliliği, kadına şiddet ve işyerlerinde kadınların uğradığı tacizler, protestolar, polis şiddeti gibi ülkemizde nerdeyse her gün bir yenisini gördüğümüz olaylarla ilgili birçok şeye değiniyor.
Bir yandan sonunda bir dizide bunlar hiç yokmuş gibi yapılmadığı için sevinsek de diğer bir yandan hepsinden biraz biraz bahsedilmesi, yapılmak istenen şeyin etkisini azaltıyor ve seyirci bir anda mesaj yağmuruna tutulmuş oluyor. İstanbul’u kaplayan sis ve kendilerini, aydınlığı arayan insan metaforu bence eski bir anlatım yöntemi. Aynı zamanda tecavüze uğrayan karakterin, bunu söyleyişi ve bu konunun işlenişinde de basit bir taraf var.
Her ne kadar bunların işlenmiş olması güzel olsa da daha derin bir şekilde yedirilebilirdi. Ya da bununla ilgili karakterlerin ağzından direkt mesaj duymadan da anlatılabilirdi. Bu da bizi dizinin en önemli sorununa götürüyor.
Anlatma Göster
Sinemada hikâye anlatıcılığının en önemli kurallarından biri “anlatma göster” kuralıdır. Karakterin yaşantısı ile ya da hikâye içinde durumuyla ilgili hareketleri ile bunu göstermek yerine seyirciye karakterin ağzından bunları söyletmek seyirci nezdinde de hoş karşılanacak bir durum değildir. Bir nevi anlamadıysanız bir de benden dinleyin tarzından bir anlatım oluşturulmuş olur. Seyirci hali hazırda izlediği şeyleri bir de karakterin ağzından dinlemek zorunda kalır. Birçok hikâye anlatıcısının düştüğü bu tuzağa maalesef Uysallar da düşüyor. Daha birinci bölümde Oktay’ı evi terk edip geri dönerken izledikten sonra bir de bu süreci en başından Oktay’ın ağzından dinliyoruz. Bunu diğer karakterler de çokça yapıyor.
Hikâye belli durumlarda buna yaslansa da aslında tekrara düşmek dışında çok da bir şey yapmıyor. Örneğin, son bölümde Oktay’ın arkadaşının Oktay’a “Bu Punk değil. Punk ağzına geleni söylemektir. Sen daha doğruları bile söylemiyorsun,” demesi zaten diziden çıkarılacak sonuçlardan biri. Bunu sekiz bölüm izleyip bir de diğer karakter ağzından bu şekilde durmak anlatımı ucuzlatmış. Ya da Ege’nin “ben on sekiz yaşında nasıl ne olacağımı seçeyim,” feryadı da Ege karakterinin zaten yaşadıkları ve yaptıkları ile bizi gösterdiği bir şeyken bir de onun ağzından duymuş oluyoruz.
Uysallar’a Genel Bir Bakış
Dizinin başarılarından biri de karakter yaratımını başarılı bir şekilde yapması. Her ne kadar belli karakterlerin hikâyesi potansiyelinin altında kalsa da yine de başlangıç noktaları iyi bir şekilde kurulmakta. Oktay karakteri, dizinin en başında sıkışmışlığına bir çıkış arar. Aynı zamanda Songül Öden’in oynadığı Nil karakteri de kendi hayatından ve benliğinden kaçmanın yollarını arar. Bunun için de beyaz yakalı biriymiş gibi davranıyor. İmposter Sendromu gösteren karakter kendisini olmadığı bir kimlikle var ediyor. Kendisini çalışmadığı bir işte çalışıyor gibi gösterip ait olmadığı bir beyaz yaka kültürünün içerisine yerleştiriyor. Yani Oktay gibi o da benliğinden yeni bir benlik yaratıyor.
Dizinin bir diğer sorunu da karakterlerin hikâyelerini ilerletememesi. Oktay birinci bölümde nasılsa son bölümde de aşağı yukarı aynı noktada duruyorBir sezon boyunca izlediğimiz karakter kendi hikâyesinin içerisinde hiç ilerlemiyor. Nil karakterinin hikâyesi de çok farklı bir şekilde ilerleyebilecekken bir anda önüne taş konmuş gibi duruyor. Böylece baş karakterlere alan açmadan dizinin birinci sezonu bitmiş oluyor.
Uysallar’a Teknik Bir Bakış
Diziye teknik olarak bakacak olursak, Saylak-Günday ikilisinin daha önce Şahsiyet dizisinde de bolca kullandıkları neon ışıklandırma ile atmosfer yaratımını Uysallar‘da da görüyoruz. Estetik olarak bize uzak planlarda genelde sis altında bir şehir görünümü verilirken, yakın planların çoğu da karakterin duygu durumlarını göstermek üzerine kullanılıyor.
Dizinin en fazla kullandığı şey ise paralel kurgu. Nerdeyse her bölümde fazla sayıda paralel kurgu görüyoruz. Paralel kurguyu bazen sesteş kelimeler arasında kurarken bazen de hareket devamlılığı ile sağlıyor. Bu kadar paralel kurgu izlemek de bir yerden sonra yorucu ve zorlama bir his oluşturuyor. Müzik ve ses miksajı olarak da My Way coverı yerine Punk biraz daha dizinin içerisinde olabilirdi.
Bu ikili ne yapsa bence merakla beklemeye devam edeceğiz. Uysallar da günahıyla sevabıyla izlemeye değer bir yapım olmuş.
Kaynakça:
SARTRE, J.Paul, “Varlık ve Hiçlik” , İthaki Yayınları, 2016.
FOUCAULT, Michel, “Hapishanenin Doğuşu”, İmge Yayınevi, 2017.
👏🏻👏🏻👏🏻👏🏻
Karakterlerin sürekli konuşturulması bana da yavan gelmişti ve evet karakterlerin dönüşümünü hevesle bekledim ama elim boş döndüm. Gene de keyifle izledim. Punk kültürünü derinleştirmeyip vitrin olarak bırakması dönüşemeyen karakter sorunu olarak yansıdı bana. Salt görüntüde yaşanıyor karakter hayatı. Hayatının her aşaması vitrin.